İSLAM ANAYASASI

بسم الله الرحمن الرحيم




  ÖNSÖZ

   İslam dininin devlet yönetim sistemi; son yarım asırlık birzamandan beri, genellikle İslam milletlerinin devlet idarelerinden kaldırıldığından, bu ilahî anayasanın yerine insan yapısı anayasalar getirilmiş ise de bu anayasalar yaz-boz tahtası olmanın yanında yarım asırlık bir tecrübeden geçerken; birlik yerine tefrika, dirlik yerine perişanlık, dostluk yerine düşmanlık, huzur yerine kan getirmiştir...
   Bütün bu acı neticeler gözler önünde sergilenmiş olduğundan; yegane ilim, terakki, huzur ve barış kaynağı olan İslam Anayasası yeniden dünya basınına, özellikle milleti müslüman olan devlet ricaline ve anayasa yapanlara bir tebliğ olmak amacıyla böyle bir anayasa hazırlanmış ve esbab-ı mucibesiyle birlikte neşredilmiştir.
   İslam’ın hakikatlerini her yönüyle aksettiren bir anayasa hazırlanmış olduğu asla iddia edilemez. Ancak; ana hatlarıyla ve temel prensipleriyle ifadesini bulan ve hazırlayanlara ait olmak üzere; tenkit, tashih ve ikmale açık bir şekilde olan bu anayasa neşir hayatına arzedilmiştir.
Tebliğ bizden, tevfik Cenab-ı Hakk’tandır!..



 
Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan)
AVRUPA İSLAM MERKEZİ
İSLAM ANAYASASI
HAZIRLAMA HEYETİ REİSİ

















İSLAM NEDİR,
NE DEĞİLDİR?
 
   İslam dini, ilk insanla başlayan, bütün peygamberler tarafından tebliğ edilegelen, son Peygamber Hz. Muhammed’le de kemal şeklini alan ve her asırda insanlığın ihtiyacına cevap verebilecek muhtevaya sahip olup, her türlü söz, fiil ve hareketler hakkında hüküm koyan, müeyyide getiren ilahî bir nizamdır.
 
   Bir başka târifi:
   İslam dini: Allah tarafından vaz edilen öyle bir kanundur ki, gönül rızasıyle kendisine bağlananları, bizzat hayır olan ebedî saadete götürür.
 
   Bir üçüncü târif:
   İslam dini, insanoğluna yaratılışının yegane gayesi olan kulluk görevini kendisine öğreten ilahî bir tâlimattır. ,,Şeriat” kelimesi de genel manada ,,Din”e eşit istilahi bir ifadedir.
 
   Tarihi:
   İslam dininin tarihi, ilk insanla başlamıştır; kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü hayatın tek bir manası, yaratılışın tek bir gayesi vardır. 0 da insanın Hâlik’ına kul olması ve ubüdiyette bulunmasıdır. Bu gaye ile dünya hayatına gelen insanın, asıl vazifesi olan ubüdiyyetini nasıl yapacağına dair kendisine bir tâlimatın verilmesi lazımdı. İşte bu lâzıme-i dindir. Bu itibarla, tarih boyunca insanoğlu dine muhatab olmuştur.
 
 
MUHTEVASI
 
   İslam dininin muhtevası ve şümül sahası o kadar geniştir ki, hayatın hiçbir hareketini dinin çerçevesi dışında düşünmek mümkün değildir. Evet din, bazılarının zannettiği gibi, sadece bir vicdan işi değildir. Hem bir vicdan işidir, hem de bir hayat işi ve bir hareket işidir. Şümül sahası insanın her türlü söz, fiil ve hareketleridir. Din; mükellef olan insanın maddi-manevi bütün fiillerini muhatab alır ve hepsinden sorumlu tutar.
   Bazılarının yanıldığı noktalardan işte biri de budur: Onlara göre din, insanla ilgili bazı meseleleri içine alır. Diğer meseleler ise dinin muhtevasınin dışındadır ve serbest bırakılmıştır... İşte bu, fahiş bir hatadır. Ve bu hata, hayattaki sapmaların ve huzursuzluklarin kaynağıdır...
   İnsan Allah’ın mülkünde yaşayan, sayısız nimetleriyle beslenen; ferdî, ailevî, ictimaî bir çok problemleri olup çok yönlü bir varlıktır. Kendi nefsiyle, ailesiyle, komşusuyla, cemiyetiyle, devletiyle ve nihayet madde ile alakalı meseleleri vardır. Bu meselelerini neye göre ve hangi ölçü ile halledecektir?
   Hâlik Teala’nın mülkünde yaşayan insana gönderdiği nizamda bu sorunun cevabı elbette olacaktır ve olmuştur. Bu arada şunu da çok iyi bilmelidir ki, kâinat camiasında en üstün makam, en yüksek şeref insana verilmiştir. İnsanın makamı meleklerin makamından da üstündür. İnsan halifedir; Allah’ın halifesidir. Hilafet makamı ona verilmiştir. Melekler bile insanoğlunun bu büyüklüğünü, halifeliğini kabul etmiş ve secdelere kapanarak ona bey’at etmişlerdir. (Bakara, 30)
   Her şey insanın emrinde ve hizmetindedir; Cenab-ı Hak, kendisine halife olmak üzere yarattığı insana, muhtaç olacağı herşeyi vermiştir. (Bakara, 29; İbrahim, 34; Casiye, 13...) ve onu, varlıkların içerisinden en güzel şekilde yaratmıştır. (Tin, 4)
   Halife demek tabir caizse, naib demek, vekil demektir. Evet insanoğlu, özellikle yeryüzünde Allah’ın halifesi yani naibi ve vekilidir. Bu itibarla, insan asıl değil vekildir. Yapacağı işleri ve icraatını kendi namına değil, Allah namına yapacaktır. Hem de Allah’ın verdiği tâlimata göre, koyduğu nizama göre yapacaktır. Herşeyin başında Besmele çekmesi bunun bir ifadesidir. Bir gün kıyamet gelecek, Allah, naib ve vekil olarak yarattığı insandan hesap soracak, gönderdiği tâlimata ve nizama göre onu hesaba çekecektjr. Hesabını verenler, yine Hilafet makamında kalacak ve â‘lâyı ıliyyine yükselecekler, veremeyenlerde Hilâfet makamından atılacaklar ve esfeli safiline yuvarlanıp gideceklerdir.
   Dinin sonsuz ve sınırsız muhtevas,nı hülâseten şu dört maddede toplamak mümkündür:
   1- İtikadât,
   2- İbadât,
   3- Muamelât,
   4- Ukübât.
 
   İtikadât:
   Dinin bu bölümü imandan bahseder. insanoğlu nelere inanacak, nelere inanmayacaktır şeklindeki sorulara cevap verir; insanın fikir sistemini ve inanç yapısını düzene kor, nizama bağlar ve gönül âlemini anarşiden korur. İmanın altı şartı bu bölümün başında gelir. Akaid ve Kelâm kitapları bunlardan bahseder.
 
   İbadât:
   Dinin bu bölümü, bizatihi ibadet olan mevzulardan bahseder. Doğrudan doğruya Allah ile olan münasebetlerıni nizama kor, esasa bağlar. 0 hususlarda tereddüt ve karışıklıklara meydan vermez.
   İslam’ın beş şartı bu bölümün başında gelir ve ilmihal kitapları bunları bahis mevzuu yapar.
   ,,Bizzat ibadet” tabirini kullandık. Çünkü, şuurlu müslümanın her işi ibadettir. Ama bir kısmı bizzat ibadettir, bir kısmı da bilvasıta ibadettir.
 
   Muamelât:
   Muamelât, kelime olarak müfâale babından gelir ve karşılıklı münasebetleri ifade eder. Evet yukarıda da kaydedildiği gibi, insan çok cepheli ve girift bir varlıktır ve her şeyle münasebeti vardır. Madde ile neleri alabilir, neleri satabilirler, neleri yiyebilir, neleri yiyemezler, nelerde tasarruf edebilirler, nelerde tasarruf edemezler; Aile ve akraba ile münasebettardır; bunlara karşı hakkı nedir, görevi nedir, kimlerle evlenebilir, kimlerle evlenemez, evlenme ne demektir, nasıl başlar ve nasıl devam eder? Komşularıyla münasebetı vardır; komuşunun komşuya hak ve hukuku nedir, sorumluluğu neden ibarettir? Cemiyet ve cemaatiyle münasebeti vardır; ictimaî hak ve görevleri nelerdir?
   Devletiyle münasebeti vardır; devletine karşı hakkı nedir, mesuliyeti neden ibarettir? Devlet nasıl kurulur, devleti kimler yürütür ve hangi ölçülere göre yürütülür?
   Devletin diğer devletlerle münasebeti vardır; İslam devleti diğer devletlere karşı nasıl davranacak ve münasebetlerini ne ölçülerde yürütecektir?.
   Bütün bu soruları en ince teferruatına kadar cevaplandıran dinin bir bölümü vardır ki, işte bu bölüme ,,Muamelât” ismi verilir. Fıkıh ilminde geniş bir yer işgal eden bu bölüme aynı zamanda ,,İslam Hukuku” denir.
 
   Ukübât:
   İslam dininin bu bölümü cezalardan bahseder. Hayatta öyle insanlar olabilir ki, hakkına razı olmaz, hukuka tecavüz eder ve insanların huzurunu bozar, üzerine düşeni yapmaz... İşte böylelerini cezalandırmak başkalarına da ibret dersi olmak üzere, İslam dini bir takım müeyyideler getirmiştir, cezalar koymuştur. İşte, cezalardan bahseden dinin bu bölümüne ,,Ukübât” denir. ,,Ceza Hukuku” da denen bu bölüm, fıkıh ilminde yine en ince teferruatına kadar yerini almıştır.


DEVLET
 
   Görüldüğü üzere, devlet İslam’ın dışında değil, içindedir; İslam dininin bir bölümüdür, İslam hukukunun bir parçasıdır. Ve o derece ki, iman meseleleri, namaz ve oruç gibi ibadet meseleleri nasıl İslam’ın birer emri, yerine getirilmesi gereken birer vecibe ve birer fariza ise, devlet meselesi de İslam’ın bir emri olup yerine getirilmesi gereken bir vecibe ve bir farizadir ve nihayet müslümanlar İslam hukukunun usul ve kaidelerine göre, İslamî bir devlete sahip olma sorumluluğu altında bulunmaktadırlar.
   Önemine binaen meseleye açıklık getirilmiş ve kesinlik kazandırılmıştır. Şöyle ki:
   1- İslam müslümanların kendi prensiplerinden başka prensiplere boyun eğmelerine müsaade ve müsamaha etmediği gibi, umumî prensiplerine ve teşrî ruhuna uygun olmayan her şeyi de kati olarak yasaklar. Allah iki yol gösterir, üç değil!.. Ya Allah’a ve O’nun Resulü’nün getirdiği hükümlere uymak, yahut da şeytanın ve uşaklarının koydukları kanunlara uymak. Allah ve Resulü’nün emir ve hükümlerinin dışında kalan herşey, şeytandan veşeytanın uşaklarındandır.
   Allah’ın mutlak hakimiyetini ifade eden ayetlerden birkaçı:
 “Artık onlar sana icabet etmek istemezlerse, bilki onlar heva ve heveslerinin peşinde gitmektedirler. Halbuki Allah’ın dosdoğru delili olmadan heva ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır? (Kasas, 50) ,,Sonra (Habibim) seni de bir din emrinden şeriat’ın üzerine memur kıldık. 0 halde sen o şeriat’a tabi ol! Bilmezlerin heva ve hevesine uyma!” (Casiye, 18)
   ,,Çünkü, onlarAllah’ın iradesinden sana gelecek hiç bir şeyi def edemezler. Şüphe yok ki, zalimler birbirinin dostudur. Allah ise takva sahiplerinin dostudur.” (Casiye, 19)
   ,,Rabb’inizden size indirilen Kur’an’a uyun! Ondan başkasını dost edinip de kendisine uymayın! Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz!” (Araf, 3)
   İşte bütün bu ayetler gösteriyor ki, müslüman bir milletin, gerek maddî ve manevî ve gerekse dünyevî ve uhrevî bütün iş ve muamelelerinde başvuracağı nizam Kur’an nizamıdır. Kur’an nizamından başkası hevadır, sapıklıktır, şeytana ve zalimlere dost olmaktır ve nihayet öğüt ve nasihattan anlamıyanların işidir...
   2- Şu da bir hakikattır ki, Allah, kendisine iman edenlerin, kendi hüküm ve kanunlarından başkasıyla hükmetmelerine veya Allah’ın indirdiği kanunlardan başkasına boyun eğip, rıza göstermesine asla müsaade etmez. Hatta Allah’ın hükmünün dışındaki bütün hüküm ve kanunlara küfredilmesini, red ve inkar edilmesini emreder. Kendi hüküm ve kanunlarından başka hüküm ve kanunlara uyulmasını ve rıza gösterilmesini haktan çok uzak bir sapıklık ve şeytanın yoluna tabi olmak şeklinde niteler. İşte apaçık ayetler:
   ,,Sana indirilen Kur’an’a da senden öncekilere indirilmiş olan kitaplara da iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki? Ona küfretmeleri emrolunduğu halde tağutla hükmetmeyi isterler. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak ister.”
(Nisa, 60)
   3- Kim Allah’ın indirdiğinden ve Peygamberi’nin getirdiğinden başkasıyla hükmederse ,,Tağut” ile yani put ile daha açığı put kanunlarıyla hükmetmiş olur. ,,Tağut” bir Kur’an terimi olup haddini tecavüz eden, her şeyde ukalalık yapan kimseye denir. Bir milletin tağutu; Allah ve Resulü’nün emrinden başka neye ve kime uyarlarsa işte odur.
   Bir başka ifade ile; Allah’tan başka kime kulluk ediyorlarsa, Allah’ın indirdiği nizamdan, Resulü’nün gösterdiği yoldan başka herhangi bir ize ve -izime gidiyorlarsa tağut odur. Allah’a inanan, Allah’tan başka hiçbir şeye inanmaz ve inanamaz. Bu imanının bir gereği olarak da Allah’ın nizamından başka hiçbir nizam kabul etmez ve edemez. Ederse, Allah’a olan imanı giderve kâfir olur. Bunun başka türlü tevil ve tefsiri yoktur. İşte ayetler:
   ,,Allah ve Peygamber’i, bir işi emrettiği zaman, gerek mü’min olan bir erkeğin, gerek mü’min olan bir kadının bu emre aykırı işlerde muhayyerliği yoktur. Kim Allah ve Resulü’nün emrini tutmazsa, şüphesiz ki, o apaçık bir sapıklıkla yolunu saptırmıştır.” (Ahzap, 36)
   Ayetten açıkça anlaşıldığına göre, Allah, kadın veya erkek hiçbir mü’minin kendi yolundan başka yollara gitmesine izin vermemiştir. Dinlemeyip gidenleri en büyük sapıklıkla sapık saymıştır.
   4- Allah, müslümanların tatbik ettikleri hüküm ve kanunların Kur’an’ın hüküm ve kununlarına uygun olmasını emreder. İndirdiği kanunlarla hükmetmeyenleri zalim, fasık ve kâfir sayar. İşte ayetler:
   ,,Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44)
,,Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 45)
,,Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar fasıkların ta kendileridir.” (Maide, 47)
   5- Allah, müslümanların içlerindeki pislikleri, darlıkları yok edip saf bir kalple Peygamber’e bağlanmadıkça, aralarında geçen her hadisede Peygamber’i hakem kabul etmedikçe, onun verdiği hükümlere boyun eğmedikçe tam bir mü’min sayılamayacaklarını açıkça bildiriyor. İşte Kur’an’ın hükümleri:
   ,,Öyle değil, Rabb’ine andolsun ki, onlar aralarında geçen şeylerde seni hakem yapmadıkça, sonra, verdiğin hükümlere, yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
   6- Şeriat’a uymayan her şey, kim emrederse etsin, müslümanlara haramdır. İsterse o günkü devlet yöneticileri emretsin, asla makbul değildir. Ulu’l-Emr’in hüküm verme hakkı, önceden de belirttiğimiz gibi, İslam’ın umumî prensiplerine uyduğu, teşri ruhuna muvafık olduğu takdirde makbuldur. Eğer, Ulu’l-Emr, İslam hududu haricinde bir hüküm verirse, her müslümanın uymaması, o hükme isyan etmesi gerekir, tatbik ve infazına mani olup, uygulanmasını zorlaştırması lazımdır. Ulu’l-Emr’e kayıtsız şartsız, mutlak itaat yoktur. Ulu’l-Emr, Allah ve Resulü’nün emrine itaat ettiği müddetçe ona itaat edilir. Aksi halde ona itaat edilmez. İşte Allah’ın (c.c.) ayeti:
,,Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan Ulu’I-Emr’e de itaat edin.                                 “Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah’ın ve Peygamber’in (hükümlerine) götürün! Eğer Allah’a ve ahiretgününe inanıyorsanız (böyle yapın)! İşte bu, en hayırlı ve netice itibariyle de en güzel yoldur.” (Nisa, 59)
   ,,Hangi şeyde ihtilafa düşerseniz, onun hükmünü Allah’a bırakın!” (Şura, 10)
   Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de birçok hadis’lerinde Ulu’l-Emr’e itaatın hudutlarını çizmiştir:
   ,,Yaratana isyan yolunda yaratıklara itaat yoktur!” (Müslim...)
   ,,İtaat, ancak mâruf şeylerdedir.” (Müslim ve Camiu’sSağir)
   ,,Kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse onu dinlemeyin, ona itaat etmeyin!” (Müslim)
   İslam fakihleri, müctehidler, Sahabe-i Kiram, Ulu’l-Emr’e itaatın ancak onların Allah’ın emirlerine itaat ettikleri ve şeriat’ın kanunlarını tatbik ettikleri müddetçe şart olduğunda ittifak etmişlerdir. Allah’ın koyduğu kanun ve ceza hükümlerini tatbik etmemek, hele şeriat’ı kaldırmak, helalı, haram, haramı helal kılmak ve nihayet Allah’ın göstermediği izlere sapmak küfür ve dalalettir. Böyle bir duruma düşen yöneticiye karşı çıkmak her müslümana vaciptir. En basit karşı koyma metodu ise onun çıkardığı İslamî olmayan kanunlarda, onu desteklememek, onun emir ve yasaklarını dinlemeyip, uygulamasını zorlaştırmaktır. Aksi taktirde bu müslüman vatandaş da aynı vebale girer.
   7- İslam’ın hüküm ve kanunları, görüldüğü üzere asla parçalanıp bölünemez. Bir kimse İslam’ın bir takım hükümlerini kabul edip, diğer bir kısmını geri itemez. Kim böyle yaparsa İslam’ın daire ve çerçevesi dışına çıkmış olur.
   O halde, dini devletten, devleti de dinden ayırmak mümkün değildir. Günümüz insanının ve hatta müslümanının yanıldığı ve ayaklarının kaydığı noktalardan biri ve en mühimi budur. Yani bunları birbirinden ayırmak, dini dünya ve devlet hayatından ayırmak...
   Şimdi bir de bunun mümkün olmadığını ve Olamayacağını şu yönden muhakeme edelim:
   Yukarıda da görüldüğü üzere, devlet, dinin bir bölümüdür, bir parçasıdır. Etle kemik gibi, ruhla beden gibi, sıkı sıkıya birbirine bağlı, birbirini tamamlayan, biri diğerinin içinde iki unsurdur. Nasıl ki, iman meselelerini, ibadet meselelerini, namaz ve orucu dinden ayırmak mümkün Olmadığı gibi, devleti de dinden, İslam’dan ayırmak mümkün değildir. Nasıl ki, namazı ve orucu kaldırmaya veya bunları kabul etmemeye kimsenin hak ve selahiyeti olmadığı gibi, devleti de İslam’dan ayırmaya, dini devletten uzaklaştırmaya da kimsenin hak ve selahiyeti yoktur. Nasıl ki, imanın şartlarından veya İslam’ın şartlarından birini kaldırmaya, lağvetmeye kalkışmak demek, dine müdahele etmek, dini bozmak, dini yıkmak ve Allah’a karşı çıkıp O’na savaş açmak demektir. Bir müslüman, müslüman olarak buna ne cüret edebilir ne de rıza gösterebilir!.. Dini de gider imanı da!..
   Çünkü, namazı kılmamak, orucu tutmamak başka şeydir; namazı kaldırmak, orucu kaldırmak başka şeydir. Birincinin hükmü günahkâr olmaktır, ikincinin hükmü ise kâfir olmaktır. Birincide kabul var, tatbik yok, ikincide ise kabul de yoktur. Dinin, herhangi belli bir meselesini kabul etmemek küfürdür ve kâfirliktir.
   Dini devlet yönetiminden kaldıran kişi veya kişiler ne yapmışlardır? Dinin devlet bölümünü ve İslam hukukunu beğenmemiş ve kabul etmemişlerdir; Allah’ın devletle ve dünya nizamıyla ilgili tâlimat ve nizamını kabul etmemişlerdir. İnsan yapısı kanunları ve nizamları, Allah’ın gönderdiği kanun ve nizamlardan daha üstün görmüşler, daha yeterli, daha isabetli görmüşlerdir. İnsanın fikrini, insan aklını Allah’ın ilminden daha ileri, daha medenî görmüşlerdir...
   Böyleleri, ne kadar ,,Biz de müslümanız!” deseler de Allah’ın hükmünde müslüman değillerdir. Çünkü, bunlar bu halleriyle Allah’a cehl veya hata isnad etmişlerdir. Yani Allah bilmemiştir veya hata etmiştir. Bir başka ifade ile bunların durum ve tutumlarını ortaya koyacak olursak, bunlar şöyle demiş oluyorlar; ,,Bizler devlet işlerini Allah’tan daha iyi biliriz, Allah dünya ve devlet işlerini bizim kadar bilemez...” İşte böyle demiş oluyorlar ve kendilerini Allah’tan daha üstün tutuyorlar. Bu şirk değil de ya nedir?
   Bir başka yönden de bakıldığı zaman görülür ki, bunların zihniyet ve inançları Allah’ın beyanlarıyla, verdiği haberleriyle çatışma halindedir, inkar halindedir. Allah, Kur’an’da, ,,En güzel hüküm koyan, kanun vaz eden benim; benim kanunlarımdan başkası cahiliyet kanunlarıdır.” (Maide, 50), ,,Hakimlerin en güzel hakimi benim...” (Tin, 8), ,,Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an, yolun (hayat yolunun) en sağlam ve en güzelini göstermektedir.” (İsra, 9), ,,Şüphesiz ki, bu benim dosdoğru yolumdur, buna uyun!..” (Enam, 153) derken, dini devletten kaldıranlar ne yapmış oluyorlar? Allah’ı tekzib etmiş ve O’nu yalanlamış oluyorlar. Allah’ı tekzib eden ve O’nu yalanlayanlar kâfir olmazlar da ne olurlar? Hangi İslam âlimi çıkıp da bunları savunabilir? Hayır, bunlar kâfir olmazlar diyebilir mi?
   Müslümanların yanıldığı fahiş hatalardan biri de bu meseledir; devlet meselesidir. Şöyle derler; “Din ayrı şeydir, devlet ayrı şeydir. Onlara göre din, Allah ile kul arasında bir vicdan işidir, dinin dünya ile, dünya işleriyle bir alakası yoktur. 0 camide olup bitendir..
   Bu fikir İslam dininin ruhuna da aykırıdır, metnine de aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi bunu söyleyemez. Bu İslam’a şen’i bir iftiradır. Hatta İslam’ı tetkik eden gayrî-müslim ilim adamları da bu hakikatı itiraftan kendilerini beri alamamışlardır. İşte bunlardan sadece birkaçı:
   1- ,,İslam, sadece bir din değil, aynı zamanda siyasi bir nizamdır.” (Dr. V. Fitzgerald, Muhammedan Law, ch. 1, p. 1)
   2- ,,Hz. Muhammed, bir vakitte hem dini hem devleti tesis etti ve bu iki müessesenin sınırları birbirine uygundur.” (C. A. Nallino, cited by Sir T. Arnold in his book: The Caliphate, p. 198)
   3- ,,İslam, dinin ötesinde aynı zamanda siyasi bir nizamı temsil eder; sözün özü, İslam, din ve devlete şamil mükemmel bir ilim hazinesidir.” (Dr. Sehacht, ,,Encyclopaedia of Social Sciences”, Vol. yIlI, p. 333)
    4- ,,Apaçıktır ki, İslam, bem din hem de siyasettir. Onu tesis eden hem bir Peygamber’di, hem de bir devlet adamı...” (R. Strothmann, ,,The Encyclopaedia



İSLAM DİNİ LAİK
REJİMLE BAĞDAŞIR MI?
 
  
   Bu mevzuda Dr. M. Faruk En-Nebhan tarafından kaleme alınan ve Prof. Dr. Servet Armağan tarafından da tercüme edilen kitapda şu satırları okumaktayız:
   ,,İslam dininin başlangıcından modern asra kadar İslam tarihini tetkik edecek olursak, İslam devletinin dinden ayrılmadığını ve dinin, devletin en baş dayanağı olduğunu görürüz...
   İslam uleması, din işlerini tanzim eden hükümler ile dünya işlerini tanzim eden hükümler arasında ayırım yapmamışlar, onların hepsine ,,Şeriat Hükümleri” ismini vermişlerdir. Dini veya hukuki ve idari işlere taalluk eden hükümler arasında fark yoktur. Bütün bu hükümler, şahıslar için değiştirme ihtimali olmayan bağlayıcı hükümler olarak kabul edilmekte, insanlar onları kendi rızalarıyla tatbik etmektedirler. Çünkü, böylece Rabb’leri kendilerinden razı olmakta, O’nun emirlerini ifa etmiş bulunmaktadırlar.”
   Mahmut Şeltut, İslam devleti hakkındaki açıklamasında şöyle demektedir:
   ,,İbadet ve muamelât, ictimaiyat ve iktisat, idare ve siyaset, barış ve harp ile ilgili İslam’ın hükümleri gösterir ki, bunlar tabi olunması vacip olan bir dindir, terkinde ve fiilinde ferdin bir alternatifi yoktur. Ayrıca İslam’ın siyasî, ictimaî ve iktisadî hükümlerindeki bağlayıcılık, beşerî hükümlerinkinden daha kuvvetlidir. İslam’da sadece dine veya sadece ibadete taalluk eden herşey dindir, inanç ve ibadet ıstılahını da İslam siyaseti diye isimlendirmek mümkündür. Ahlak ve terbiyeye taalluk eden herşey dindir, terbiye ve ahlaki da İslam siyaseti diye isimlendirmek mümkündür. Genel muamelâta taalluk eden herşey dindir, iktisat ve ictimaiyatı da Islam siyaseti diye isimlendirmek mümkündür. Aynı şekilde müslümanların menfaatlerini gözetme ve idare etmeye taalluk eden herşeyi devlet idaresinde İslam nizamı diye isimlendirmek mümkündür... İşte, böylece İslam’da din, devlet ile geniş nisbette bağlıdır. Bu, binanın içindeki temel bir bağlılıktır. Din, devletin ve idaresinin temelidir. Dinsiz bir İslam dininin, toplumu idare ve devlet idaresinden ayrı ve uzak olarak tasavvuru imkânsızdır. Çünkü, bu takdirde İslamiyet yoktur.”
   0 halde, din ile devlet ayrılığını isteyen görüş bize yabancıdır, Avrupa’dan ithal edilmiştir, tıpkı eşya ithal edildiği gibi. Daha sonra ülkelerimize yayıldı ve bazıları onun (laikliğin) doğuşu ve kaynağını araştırmadan lehinde tavır takındılar ve benimsediler. (İslam Anayasası ve İdare Hukuku...)


İSLAM DİNİ LAİK
REJİMİ KABUL ETMEZ!
   Her şeyden önce şu hususu gözden uzak tutmamamız lazım: İslam dini; cihanşümül, zamanşümül ve hayatşümüldur. Yani bütün dünyaya şamil bir din olduğu gibi, kıyamete kadar gelecek olan bütün nesil ve asırlara şamil olan ve hepsinin ihtiyacına yegâne cevap veren bir dindir, bir nizamdır. Keza, hayatın, hayatta olan insanın her türlü söz, fiil ve hareketlerini ihmal etmeyen, her birini hüküm ve müeyyide altına alan bir din ve bir sistemdir. Hal böyle olunca, laik rejim, İslam’la bağdaşır mı diye bir mesele kalmamıştır. Daha açığı laik rejime yer kalmamıştır. İslam, müslümana şöyle diyor: Senin devletin ve devlet nizamın da benim; Ben senin için geldim; senin aradığın ancak bende vardır. Beni devlet yönetiminden kaldırır, terk edersen ben de seni terk ederim. Artık sen İslam kalamazsın, kâfir olursun! Beni senin için gönderen Allah, bir gün bunun hesabını senden soracaktır. 0 zaman ne cevap vereceksin? Verebileceğin cevabı şimdi söyleyebilir misin? Bir taraftan ben müslümanım de, öbür taraftan beni beğenme, beni devlet yönetiminden kaldır! Öyle mi, seni gidi münafık! Ey idare olunan! Sen de müslümanlığı kimseye verme, ondan sonra da kalk, beni beğenmeyenleri, devlet yönetiminde bana söz hakkı tanımayanları destekle, arkalarından git, onları sev! Öyle mi, seni gidi zalim!
 Benden yana olmuyorsun da beni hor görenlerden, bana hakaret edenlerden yana oluyorsun! Sen de yarın ruz-i cezada bunun hesabını nasıl vereceksin?!.



 İSLAM’DA DİN VE DEVLET
AYRILMAZLIĞI
   İslam hükümlerinin bölünmesini, bir kısmının tatbik edilip, diğer bir kısmının terk edilmesini kabul etmeyen, hayatın her safhasına ve bu meyanda devlete ait hükümleri bulunan, son kâmil bir dindir, bir nizamdır.
   Laiklik ise, dinî bağlardan kopmak, dinden ayrı olmak demektir. Laikler bizzat laikliği, ,,dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması” dıye târif etmektedirler. Onların bu târifine göre, laik devlet, dinin karışmadığı, dinden ayrı bir devlettir. Yani onlar için din ayrı, devlet ayrıdır. Lisanımızda dinden ayrı, dinin haricinde olan herşeye dini olmayan, yani dinsiz derler. Birisi kalkıp, ,,Din ayrı, ben ayrıyım, din bana karışmaz, ben dine karışmam!..” dese, bu insana biz dine uymayan, dinden uzak, yani dinsiz deriz, değil mi?!.
   Evet, bir devletin ya dini vardır, dini devlettir; ya da dini yoktur, laik devlettir. Bu, muğalata kabul etmez bir hakikattır.
   Bütün bunlara rağmen rütbeli, yüksek makamlı, hatta sarıklı birçok insanlar, ,,Laikliğin dinsizlik olmadığından ve (hâşâ) İslami anlayışla bağdaşacağından...” bahsetmektedirler.
   Bir de müslümanlar şöyle aldatılmaktadır: ,,Efendim! Laiklik niçin dinsizlik olsun? Camiler açık, namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz!..” veya ,,Hiç laiklik dinsizlik olur mu? Sizi kandırıyorlar! Bunca devlet işinde çalışan memur, asker ve işçiler müslüman değil mi?!.” Bu ve bunlara benzer daha nice laf cambazlığı ile geniş halk kitleleri aptallar yerine konmaktadır. Halk laik değil, müslümandır; devlet laiktir, dinin emrine uymaz!
   Laiklik, Alman lügatında, ,,Dinle bağlantısı olan her şeyin hayattan koparılmasıdır,” diye târif edilir. İslam ise; Allah tarafından vaz edilmiş, eksiksiz, devlete de ait hükümleri olan ve getirdiği kanunlarda asla bölünmeyi kabul etmeyen bir nizamdır.
   Şimdi bu iki târifi karşı karşıya koyduğumuz zaman:
   İslam Dini, lâik rejimle bağdaşır mı? Buna imkan ve ihtimal var mı? Hangi ilim adamı veya hangi akıllı bunu söyleyebilir?!.
   Bu iki rejimi ilmî bir şekilde tetkik eden insaflı bir çok ilim adamları da bu hakikatı açık açık ifade etmektedirler. Bunlardan bir kaçı:
   1- Çetin Özek:
   Çetin Özek şöyle diyor: ,,Yeni Türkiye’nin siyasi kuruluşu, İslam’ın siyaset prensiplerine aykırıdır. İslam dini, siyasî ve dinî iktidarın bir elde toplanmasını ve dinin emredici fonksiyonunu gerektirir. Laiklik ve laik düzen bu bakımdan tüm olarak İslamiyet’e, şeriat’a ve dine aykırıdır. Bilhassa Türkiye’deki uygulanışı, bir bütün olarak dinsizliği gerçekleştirici bir mahiyet kazanmış bulunmaktadır...” (Türkiye’de Laiklik, Gelişim ve Koruyucu Ceza Hükümleri)
   2- Prof. Dr. Osman Turan:
   Bu zat ,,Türkiye’de Manevi Buhran, Din ve Laiklik” isimli kitabın 63. sayfasında şu satırları kaydetmektedir:
   „…Kanunların millî bünyeye, örf ve adetlere uyması zarureti dolayısıyladır ki, aynen ve hiç üzerinde durulmaksızın tercüme ettiğimiz İsviçre medeni kanunu bugün artık ciddi bir şikayet ve düzeltme mevzuu olmuştur. Böylece Avrupa’nın tarihî ve ictimaî şart ve zaruretleri icabı vücut bulan bir çok müesseseler gibi, laikliğin de oraya mahsus bir tekâmül olduğunu, Türkiye’de ne din ve ne vicdan hürriyeti ve ne de hukukî bir serbesti bakımından böyle bir ihtiyacın mevcut olmadığını göstermiş oluyoruz. Nitekim, her memleketten ziyade vicdan hürriyetinden faydalanan İngiltere, bu durumu laik bir anayasaya borçlu olmadığı gibi, fiili duruma hukukî bir şekil vermek içinde laik bir devlet haline inkılap etme lüzumunu da hissetmemiştir.”
   3- Nurettin Topçu:
   Nurettin Topçu liselerde sosyoioji ders kitabı olmak üzere hazırladığı kitapta şu satırları kaydetmektedir:
„…Aynı şekilde bir devlet, siyaset işlerini dinin emirlerinden büsbütün ayırmak suretiyle laikliği tatbik ettiği halde, halkın en koyu dindarlığına ve din sahasındaki her türlü fikir mücadelelerine karşı gelmez. Onlar hakkında tam manasıyla müsamaha kullanılır. Ancak meselenin İslam dünyasına ait bir özelliği vardır ki, o da İslam dininin hıristiyanlıktan farklı olarak, dünyaya ait hükümleri ihtiva etmesi ve mü’minlerinden (müslümanlardan) bu hükümlerin dünya işlerinde yerine getirmelerini emretmesidir...” Nurettin Topçu, bu satırlarında demek istiyorki, hıristiyanlık laik rejimle bağdaşırsa da İslam dini bağdaşmaz, bağdaşmasına da imkan yoktur.


İSLAM AÇISINDAN
DEMOKRASİ

   Demokrasi aslında ferdin diktatörlüğüne, sınıf ya da belli bir ailenin hakimiyetine sed çeken bir yönetim biçimidir. Milleti veyahut da milletin bütün bir çoğunluğunu idarede, yönetimde ortak kılmaktır. Daha doğrusu idareyi milletin bir gurup temsilcisine teslim etmektir. Bu suretle demokrasi dikta idaresini tasfiye eden bir yönetimdir.
   Buraya kadar güzel. Fakat demokrasi, Avrupa menşeli bir rejim olduğuna göre İslam’ın kabul etmediği bir felsefeden doğmuştur. Ve o felsefe onun temel taşıdır. Evet demokrasi rejimine göre devlette ferd esastır. Devlet ferdin maslahatı için vardır. Fert bütün tasarruflarında - ister iktisadî olsun, ister ahlakî, ister fikrî - mutlak bir hürriyete sahiptir. Devletin yegâne vazifesi de fertlerin hürriyetleri çatışmasın diye hürriyetleri düzenlemektir. Bu felsefe İslamî görüş ve anlayıştan çok uzaktır. Zira demokrasiye temel teşkil eden felsefe, fikrî sahada iman ile küfrü, ahlakî sahada hiçbir hudut tanımamak ile faziletlere bağlı kalmayı ve iktisadî sahada da aşırı sermayecilik ile cemiyetin maslahatı için hudutlandırılmış sermayeciliği bir görür. Her iki zıdda da aynı müsamahayı gösterir.
   İslam ise, dinsizliğe, rezalete ve zulme müncer olan mutlak hürriyete kati surette müsaade etmez. Ve bunca zıt temayülleri aynı muameleye tabi tutmaz.
   Mesela İslam, iktisadî meselelerde en adaletli bir görüşe sahiptir. Zira İslam, ne kapitalist düzen gibi toplumun hakkını ferde yedirir ve ne de sosyalist rejim gibi ferdin hakkını topluma peşkeş eder. Her ikisinin de hakkını muhafaza eder, bu bir...
   İkincisi demokrasi denilen rejim temelde, ana fikirde İslam’la çatışır, İslam’a zıt düşer. Çünkü demokrasi diyor ki, ,,Kanunları vaz eden de beşerdir, tatbik eden de!” Yani beşer evvela kanunları çıkarır sonra çıkardığını uygular. Demek demokrasi, rejim (kanun çıkartma) yetkisini insanlara verir. Bu hakkı Allah’a değil insanoğluna tanır. İslam ne diyor?
   İslam’ın dediği de şudur: Kanunun vazı’ı Cenab-ı Hakk’tır. Beşer ancak 0 mevcut ilahî nizamın tatbikçisidir. Demek İslam’a göre, kanun çıkartma yetkisi Allah’a mahsustur... Görülüyor ki, demokrasi Allah’ın hakimiyetini de red eder. Evet kanunların kaynağı olan Allah’ın Kitab’ı, hakem ve merci olarak kabul edilmezse Allah’ın hakimiyeti red edilmiş olur, hakimiyet diye bir şey kalmaz. Hülasa demokrasi rejimi kökte, temelde ve sonuçlarda İslam’la çatışır ve İslam’a son derece ters düşer. Müslüman, İslam ile demokrasiden hangisini alırsa öbürünü red etmiş olur. Kişi müslüman olarak ikisinin arasında cem edemez, ikisini mezc edemez. Çünkü zıt şeylerdir... Artık her şey buna göre...
   Yukarıda temas ettiğimiz gerçek, dost ve düşmancada mâlumdur. Mesela D. Fetra Cral de diyor ki:
   ,,İslam sadece ibadet değil aynı zamanda idari bir nizamdır da!” Dr. Schacht, „İslam ibadetten ziyade bir takım hukuki ve idari nazariyeleri temsil etmektedir,” diye konuşur.
   Hülasa-i kelâm, İslam son derece ilmî ve mü
YA İMAN, YA KÜFÜR!
 
   İslam’da devlet, aynı zamanda bir iman meselesidir. Bir müslüman, ya İslam’ın devlet nizamını nizamların güzeli, hükümlerin sağlamı, kanunların üstünü kabul edip imanını muhafaza edecek; ya da insan yapısı kanunları tercih edip, üstün görüp kâfir olacaktır. Bu ikisi arasında üçüncü bir şık yoktur!..
   Çünkü burada bir tercih meselesi var; üstün görüp görmeme, beğenip beğenmeme, isabetli görüp görmeme, güzel görüp görmeme, yeterli görüp görmeme ve nihayet kabul edip etmeme meselesi vardır. Bir müslüman Allah nizamını beşer nizamından aşağı göremez; Görürse kâfir olur. Allah nizamına beğenmezlik edemez; Ederse kâfir olur. İsabetsiz göremez; Görürse kâfir olur. Güzel değildir diyemez; Derse kâfir olur. Kabul etmiyorum diyemez; Derse kâfir olur...
   İki kimse namaz kılmıyor. Bunlardan biri kâfir olur, diğeri fasık olur. Neden? Çünkü, birincisi namazı beğenmemiş, isabetsiz görmüş ve kabul etmemiştir. İkincisi ise, namazı beğenmiş, kabul etmiş, fakat kılmamıştır. Bir başka ifade ile; birincinin namazı terk etmesinin sebebi, namazı yersiz görmesidir. İkincisinin ise tembelliğe veya başka bir işle meşgul olmasıdır.
 
   Tarihten iki misal:
   Bunlardan birisi Hz. Adem, diğeri de iblistir. İkisi de kendilerine verilen tâlimata uymadılar. Fakat bunlardan biri Adem âsi (günahkâr) oldu. İkincisi (iblis) kâfir oldu. Neden? Çünkü Hz. Adem, Allah’ın emrini isabetli ve haklı, kendisini hatalı ve haksız buldu. İblis ise, kendisini haklı, Allah’ın emrini hatalı gördü. Bu hususta ki Kur’an ayetleri şöyle:
   ,,Onu hatırla ki, meleklere: ‘Adem’e (hürmet olarak) secde edin’ demiştik de, bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak iblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi de kâfirlerden oldu.” (Bakara, 34)
   ,,Ve biz demiştik ki: ‘Ey Adem! Sen eşinle cennette sakin ol. Onun nimetlerinden ikiniz de bol bol yeyin, fakat şu ağaca yanaşmayın. Yoksa zülmedenlerden olursun.” (Bakara, 35)
   ,,Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Adem Rabb’ine asi oldu da şaşırdı.” (Taha, 121)
   ,,Adem ile Havva: ‘Ey Rabb’imiz! Kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ziyan edenlerden oluruz’ dediler.” (Araf, 23)
   Şimdi bu açıdan devlet idarecilerine bakalım: Ne yapmışlar? Allah nizamını, şeriat nizamını devlet idaresinden kaldırmışlar da onun yerine beşer sistemi olan laik düzeni getirmişler. Bunlar bu hareketleriyle Adem gibi âsi mi olmuşlar, yoksa iblis gibi kâfir mi olmuşlardır?  Bunlar Allah nizamının en güzel nizam olduğuna ya inanıyorlar veya inanmıyorlar. Kaziyyenin birinci şıkkı kabul edilirse, kendilerine deli demek lazım. Çünkü güzel yol dururken güzel olmayan bir yol tutmak akıl kârı değildir, deliliktir. Kendilerine ,,Siz deli misiniz?” diye sorarsanız bunu asla kabul etmezler. Öyle ise, birinci şıkkı kabul etmemiz mümkün değildir. 0 halde kaziyyenin ikinci şıkkı teayyun etti. Yani kaldırmalarının sebebi, Allah nizamını yeterli ve güzel görmemeleridir. 0 halde hatayı kendilerinde değil, Allah’ın emrinde aramış oluyorlar. Dolayısıyla Adem gibi, sadece günahkar olmakla kalmıyorlar, iblis gibi kâfir olup imandan çıkıyorlar.
   İblise Cenab-ı Hak, ,,Emrime itaattan seni men eden ne idi?” (Sad, 75) diye sorduğunda iblis, netice itibariyle şu cevabı verdi: ,,Benim kanaatımın, benim kararımın senin emrinden üstün oluşu idi.” Laik devlet adamlarına da, ,,Sizi şeriat nizamını tatbik etmekten men eden ne idi?” diye sorulduğunda, ,,Laik nizamın şeriat nizamından üstün oluşu idi...” diye cevap vereceklerdir. Yani, tıpkı iblisin verdiği cevabı verirler.
   Ya laik ve kâfir olan bu idarecileri seven, bunları malı ile, dili ile ve oyu ile destekleyenlerin durumu nedir? Bunların durumu da kendilerinin şer’an mazur gösterecek bir taraf olmadığı için iblisin avanelerinin, yani yardımcılarının durumu gibidir. Onları sevdikleri için ahirette onlarla beraber haşrolunurlar; onları önder kabul ettikleri için ahirette onların önderliğinde çağrılırlar. İşte buna dair ayet ve hadis’lerden birkaçı:
   ,,Bütün insanları önderleriyle çağ ıracağ ımız kıyamet gününü hatırla!..” (İsra, 71)
   ,,Yine şöyle diyecekler: ,,Ey Rabb’imiz! Doğrusu bizler, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizleri yanlış yola götürdüler.” (Ahzab, 67)
   ,,Kişi sevdiğiyle beraberdir!” (Hadis-i Şerif)


KANUN KOYMAK DEMEK,
ALLAH’A KARŞI SAVAŞ
AÇMAK DEMEKTİR!
 
   Allah’tan başka kanun koymaya kalkanlar, Kur’an tabiriyle Allah ve Resulü’ne karşı kanun koyma, hudut çizme yarışına çıkmışlar Allah ve Resulü’ne karşı savaş ilan etmişlerdir.
   İşte ayet-i kerime:
   ,,Onlar ki; Allah ve Resulü’ne karşı hudut çizmeye (kanun koymaya kalkışırlar), kendilerinden öncekiler çarpılıp (çırpıldıkları) gibi bunlarda çarpılır (çırpılırlar). Halbuki biz, (kanunlara dair) açık açık ayetler indirmişizdir. (Bütün bunlara rağmen kanun koyanlar kâfir olmuşlardır.) İşte böyle kâfirler için alçaltıcı (rezil ve rüsvay edici) bir azab vardır.” (Mücadele, 5)
,,Yühaddü ne” müfaale babından gelen birfiildir. Müfaale babı; mücadele, müsaraa, müsabaka kelimeleri gibi yarışmayı, birbirine karşı çıkmayı, birbirini ileri geçmeyi, birbirini yenmeyi ve neticede birbirinden üstün olduğunu ifade eden bir babdır.
   Ayetteki ,,Yühaddüne” kelimesini bu ölçüye vuracak olursak, mana şu olur: Onlar, kanun koymada, hudut çizmede Allah ve Resulü’yle yarışa, yarışmaya çıkarlar ve derler ki, Allah ile O’nun Resulü’nün kanunları varsa, hudutları varsa bizim de kanunlarımız vardır, hudutlarımız vardır. Ve biz, kendi kanunlarımızı uygularız, hatta uygulamaktayız.
   Şimdi şeriat’ı kaldırıp devlet yönetimine insan yapısı kanunları koyanlara bu açıdan bakıldığı zaman görülecektir ki, kendilerini veya kendi gibi insanları Allah’ın seviyesine, hatta daha üstün bir seviyeye çıkararak Allah’a karşı çıkmış, kendilerinin ilâh olduğunu Firavun’lar gibi Rabb olduklarını, put olduklarını ilan ederler.
   Buna göre bunlar kâfir olmuş olmuyorlar mı?!.
   Buyurun, cevabını siz verin! Nitekim Beyzavi’de bu kelimeyi: ,,Kanun koyarlar veya insanların koydukları kanunları Allah ve Resulü’nün indirdiği ve beyan ettiği kanunlardan üstün görürler,” şeklinde tefsir etmiştir.
   Bu açıklamaya göre ayeti tekrar gözden geçirelim:
   ,,Amma o kimseler ki, kanun koymada, hudut çizmede Allah ve Resulü’yle yarışmaya girerler ve: ,,Sizin kanunlarınız varsa bizim de kanunlarımız vardır, bizler de kanun yaparız hem de daha iyisini!..” diyenler var ya, kendilerinden önce aynı iddiada bulunan Firavunlar’ı çarptırdığımız, tepelediğimiz ve yerlere serdiğimiz gibi, bunları da çarparız ve yerlere sereriz. Çünkü, bunların kanun yapmaya ne hakları vardır ne de güçleri yeter ve ne de buna ihtiyaç vardır. Halbuki biz, her hususta açık açık ayetler indirdik, hüküm ve kanunları gönderdik. Bütün bunlara rağmen şeriat’ı kaldırma küstahlığında bulunanlar ve kanun koyma yetkisini kendilerinde görenler dinden çıkmış ve kâfir olmuşlardır.
   İşte Allah ile yarışma cüret ve küstahlığında bulunan bu kâfirlere alçaltıcı, rezil ve kepaze edici bir azap vardır...”
 
   Ya bunları sevenler?
   Allah’ın şeriat kanunlarını devlet yönetiminden kaldırıp da kanun koyma cüret ve küstahlığında bulunanları sevenler ve onların arkasından gidenler hakkında da Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:
   ,,Ey Habibim! Sen; Allah’a ve ahirete iman edenlerden hiç bir kimse bulamazsın ki, bunlar; babaları veya Oğulları veya kardeşleri veya soy sopları olsalar dahi, Allah ve Resulü’ne karşı (kanun koyma) hudut çizme yarışına çıkma (cüretini) gösterenleri sevsinler (sevmezler, sevemezler...).”
   Ayeti biraz daha açıklayalım: Allah ve Resulü’ne karşı savaş açanları, yani Allah’ın gönderdiği şeriat kanunlarını devlet yönetiminden kaldırıp da kendi kafalarına göre kanun koyanları, anayasa yapanları sevenler de, onları oylarıyla, kalemleriyle ve paralarıyla destekleyenler de onlar gibi dinlerini, imanlarını kaybedip kâfir olurlar. Hem dünyada hem de ahirette onların yanında ve safında yer alırlar.
   Çünkü:
   Şeriat kanunlarını kaldıranlar, Allah ve Peygamber düşmanlarıdır. Allah’a ve ahirete iman edenler arasında Allah ve Peygamber düşmanlarını sevenler bulunmaz ve bulunamaz. Uzak veya yakın akrabaları olsalar da, yine sevemezler. Bütün bunlara rağmen sevenler çıkarsa, onlar da kâfir olurlar.
   Çünkü küfre rıza göstermek de aynı şekilde küfürdür, kâfirliktir. Keza, küfre rıza göstermek, küfrü sevmek kâfirlik olunca bunların ötesinde Allah düşmanlarını malıyla, kalemiyle, oylarıyla destekleyenler kâfir olmazlar da ne olurlar? Kim buna ,,Hayır” diyebilir, hangi hoca bunların avukatlığını yapabilir, bunları müdafa edebilir?
   Demek ki, burada üç kişi kâfir oluyor:
   1- Allah ve Resulü’ne karşı kanun koyma yarışına çıkanlar,
   2- Bunları sevenler; hele malıyla, oyuyla onları destekleyenler,
   3- ,,Hayır bunlar kâfir olmaz!..” diyen ve bunların avukatlığını yapan hocalar.
   Önemine binaen Sure-i Yusuf’daki 38-40. ayet-i kerime’lerin ışığında ve,,Kur’an’ın gölgesinde” tefsirden yararlanarak mevzuya daha da açıklık getirmeyi faydalı görmekteyiz:
   ,,Ey mahbus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma tanrılar mı daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?..”
   İnsan fıtratını en hassas yerinden yakalayıp şiddetle sarsan bir sualdır bu!.. İnsanoğlu fıtratı itibarıyle, kendisinin bir tek ilâhı olduğunu bilir. Şu halde, birçok rabbler edinmek neyin nesidir? Rabb’lığa layık bulunan zata ibadet edilir, O’nun emirlerine ve gönderdiği şeriat’a hürmetle uyulur. Ki bu da herşeyden üstün olan tek Allah’tır!..
   Kâinatın sadece bir tek hükümdarı ve herşeyden üstün birtek ilâhı bulunduğu kesinlikle bilindiğine göre, kâinattan bir cüz olan insanların da hükümdarı ve tek Rabb’i elbette O ilâh’tır. İnsanoğlu Allah’ın bir ve herşeyden üstün olduğunu yakînen bildikten sonra, bir an için de olsa, başkasını Rabb edinerek ona boyun eğip emrine tabi olması caiz değildir. Rabb’ın, bu kâinatı idare eden ve onun tek sahibi bulunan bir ilâh olması gerekir. Kâinatın idaresinden aciz olan bir nesne veya şahsın insanlar üzerinde hükümran olması elbette düşünülemez!..
   Allah’a ortak koşulup kendisine Rabb’lık izafe edilen yaratıklar, beşer oldukları için cahilce heva ve heveslerini tatmine çalışırlar. Rububiyet izafe edilen bu sahte ilâhlar, gözle görülebilecek mesafenin hemen arkasındakini görmekten dahi acizdirler. İnsanların, ilâhlaştırılmış bu yaratıklara boyun eğip teslim olması yerine bir ve herşeyden üstün olan Allah’a teslim olup ibadet etmeleri şüphesiz ki, daha iyidir. Beşeriyet, müteaddit ilâhlar vucuda getirmek, bu ilâhlar etrafında gruplara ayrılarak mücadelelere girişmek suretiyle talihsizliğin en büyüğüne düçar olmuştur. Yeryüzünün bu uydurma ilâhları; Allahü Teala’ya ait olan hakimiyet ve rububiyet vasıflarını kendi kendilerine mal ederler. Bazen de halk; korku telkin veya propagandalar karşısında onlara bu vasıfları vermek bedbahtlığına düşer. Bu uydurma ilâhlar bir an dahi ihtiraslarından, heva ve heveslerinden ayrılmazlar. En mühim istekleri, devamlı saltanat sürmek ve arzularını yerine getirmektir. Saltanatlarını tehdit eden ve onun devamını tehlikeye düşürecek olan her kuvveti ortadan kaldırarak saltanatlarını kuvvetlendirmeye devam ettirmek için çeşitli şarlatanlıklarla bütün imkânlarını seferber ederler.
   Her şeyden üstün ve bir olan Allah, bütün âlemlerden müstağnidir. 0, insanlardan -gönderdiği nizam dairesinde - takva, iyilik, amel ve ilerlemeden başka bir şey istemez. Bütün bunları da kendileri için ibadet olarak kabul eder. Kullarının üzerine farz kıldığı şeyleri dahi, onların kalp ve duygularına istikamet vermek için farz kılmıştır. Bu farzları yerine getirmek suretiyle hem dünya hem ahiret hayatlarını mamur ederler. Yoksa Allah kullarının ibadetlerine katiyyen muhtaç değildir! ,,Ey insanlar! Sizler Allah’a muhtaç olanlarsınız. Allah ise, herşeyden, herkesten müstağni ve övülmeye layık olan yegane ilâhtır!” Bir ve herşeyden üstün olan Allah’a kulluk etmekle ilâhlaştırılan şahıslara kulluk etmek arasındaki farkı bir düşününüz!..
   Daha sonra Hz. Yusuf, cahiliyetin akide ve yıkıcı inançlarını tenkid etmekle bir adım daha atıyor:
   ,,Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka hiç bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir.” (Yusuf, 40)
   Bu uydurma ilâhlar - ister beşer olsun, ister ruhlardan, şeytanlardan veya meleklerden, yahut da Allah’ın emrine musahhar olan kâinat kuvvetlerinden bir kuvvet olsun - Rububiyyet vasfından tamamen uzaktırlar. Rububiyyet, sadece bir ve her şeyden üstün olan Allah’a aittir. Bütün varlığı yaratan ve yarattıklarından üstün olan ancak O’dur. Fakat, çeşitli renk ve şekillerdeki cahiliyetin mensubu insanlar, bir takım şahıs veya yaratıklara isimler takarak onlara bazı sıfat ve özellikler izafe etmektedirler. Bu özelliklerin başında ise saltanat ve hakimiyet gelmektedir. Halbuki Allah onlara ne hakimiyet bahşetmiş ne de her hangi bir selahiyet indirmiştir.
   Hz. Yusuf, burada son ve en tesirli darbesini indiriyor; Hakimiyetin, saltanatın, itaat edilmenin diğer bir tabirle ibadete liyakatın kime ait olması gerektiğini beyan ediyor:
   ,,Hüküm vermek ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil. O’na tapmanızı emretmiştir. Bu dosdoğru dindir. Fakat insanların Çoğu bilmezler!” (Yusuf, 40)
   Hüküm vermek ancak ve ancak Allah’a aittir. Ulühiyyetin sadece O’na ait olması sebebiyle hüküm vermek ve hükümran olmak sadece O’nun hakkıdır. Hakimiyet uluhiyyetin icaplarındandır. Hakimiyette hak iddia eden kimse, ulühiyyetin ilk şartında Allah ile mücadeleye girişmiş olur. Bu kimse, ister bir millet, isterse bütün dünyanın meydana getirdiği âlemşümül bir insan kitlesi olsun...
   Ulûhiyyetin ilk şartı olan hakimiyet üzerinde Allah’la mücadeleye giren ve kendine hakimiyet izafe etmeye çalışan kimse küfre girmiş apaçık bir kâfirdir. Bu kimsenin küfrü, dinin kat’i hükümler cümlesinden olarak, sadece biraz önce mealini verdiğimiz ayetin hükmü dahi kafi gelir. Böyle bir hak iddia etmenin çeşitli şekilleri vardır. Bu şekillerden herhangi birini kullanmak dinden çıkmak için kâfidir. Bir kimsenin Allah’a ait ulûhiyet vasfının ilk şartı olan hakimiyeti, kendine izafe etmesi ve böylece Allah’la mücadeleye girerek kâfir olması için muhakkak halka, ,,Sizin benden başka ilâhınız yoktur!” demesi veya Firavun’un yaptığı gibi,,Sizin en yüce Rabb’iniz benim!” gibi şeyler söylemesi şart değildir. 0 kimsenin Allah’ın şeriat’ını hükümsüz hale getirmesi ve başka bir kaynağın kanunlarını tatbikata koyması, yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hakimiyet hakkı tanıyarak onun söz sahibi olduğunu kabul etmesi...
   Evet, sadece bu kadarı dahi kâfir olması için yeterli sebeptir. Hakimiyet hakkı tanıyıp söz sahibi olduğunu kabul ettiği kimse bir millet veya bütün beşeriyet dahi olsa yine hüküm değişmez. İslam nizamında İslam milleti kendi hükümdarını seçmek hakkına sahibtir. Fakat bunun kendi hakimiyetleri manasına gelmesi düşünülemez. Hakimiyet gerçek manasıyla Allah’a aittir!
   Millete ve seçilen hükümdara düşen görev, Allah’ın hakimiyet ve şeriatını tatbik sahasına koyarak hizmet etmektir. Aralarında müslümanların da bulunduğu birtakım araştırmacılar hakimiyetle hakimiyete hizmet etmeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Hakimiyet sadece Allah’a aittir! Bütün insanlar bir araya gelseler yine bu vasıftan kendilerine bir hak tanınamaz. Onların vazifesi Allah’ın hüküm ve şeriat’ını tatbik etmektir. Allah tarafından gönderilmeyen şeyler ise ne hüküm ne de şer’iyyet ifade eder. Hüküm ve meşruiyet ancak Allah’ın indirdiği şeylerdedir...
   Hz. Yusuf, hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğunu söylerken, bunun gerektirdiği önemli bir hususu da açıklıyor:
   ,,Kendisinden başkasına değil, O’na tapmanızı emretmiştir!”
   Bu cümleyi, Kur’an dilini bilen bir Arab’ın anladığı gibi anlayabilmek için sadece Allah’a karşı yapılması gereken ibadet kelimesindeki manayı iyi bilmek lazımdır.
   İbadet kelimesinin lügattaki manası: İtaat etmek, boyun eğmek, kendisinin küçük olduğunu kabul etmek karşılığındadır.
   İslam’ın ilk devrelerinde bu kelime sadece lügat manasında kullanılmakta idi. 0 zamanlar bu kelimenin İslam hükümlerine eda etmek anlamına gelen ıstılah manası henüz mevcut değildi. Zaten bahis konusu olan ayet-i kerime nazil olduğu sıralarda henüz müslümanların yapmakla mükellef kılındığı hükümler gelmemiş olduğundan bu kelimenin ıstılah manası da bahis konusu olamazdı. Bilahere ıstılah manası, lügat manasını ihtiva eder şeklinde vucut bulmuştur. Kelimede kastedilen mana: Yalnız bir ve tek olan Allah’a tapmak, sadece O’nun huzurunda boyun eğmek ve yalnız O’nun emirlerine tabii olmaktır. Bu emirler ister ibadetle ilgili olsun, ister ahlakla, isterse şer’î kanunlarla... Bütün bu mevzularda sadece Allah’a tabi olmak demek; Allah’ın yaratığı (mahluka) karşı yapılmayıp sadece kendisine karşı yapılmasını emrettiği ,,lbadet”in yerine getirilmesi demektir.
   İbadet kelimesinin manasını bu şekilde kavradıktan sonra; Hz. Yusuf’un niçin Allah’a ibadet etmeyi, Allah’ın hakimiyetine bağladığını anlamış oluruz. Hakimiyet Allah’tan başkasına tanındığı taktirde Allah’a ibadet etmiş, yani sadece O’nun huzurunda boyun büküp, O’nun emirlerine uymuş sayılmaz. Allah’ın bu hakimiyeti ister insanlar ve mevcudat üzerindeki kesin icraatta, ister sadece insanların irade-i cüziyeleriyle bağlantılı olan şer’î icraatta olsun hüküm değişmez.
   Bir kere daha tekrarlamış olalım ki, hakimiyeti kendisine izafe eden kimse bu hareketinden dolayı Allah’ın dininden çıkmış olur. Bu hüküm dinin kati emirlerindendir. Zira bu kimse artık sadece Allah’a kul olmaktan uzaklaşmış ve O’na şirk koşmuştur. Ayrıca, hakimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin, bu iddiasını kabul edenlerde şekilde küfre girmiş, yani kâfir olmuş olurlar. Bu kimseler, Allah’a ait olan hakimiyeti başkasına tanımak, onun emirlerine tabi olmak ve bu hareketleri kalben de benimsemek suretiyle Allah’ın dininden çıkmış olmaktadırlar. Bunlarla hakimiyetini iddia edenlerin küfür ve şirkleri Allah’ın terazisinde aynı ağırlıktadır.
   Hz. Yusuf, hakimiyet sadece Allah’a ait olmasının ve yalnız O’na ibadet etmenin dosdoğru din olduğunu da beyan ediyor:
   ,,Bu, dosdoğru dindir!..”
   Bu cümlede bir sınırlama vardır. Yani: Hakimiyeti ve tapmayı sadece Allah’a tanıyan bu din tek dindir. Bundan başka gerçek bir din yoktur, demektir.
   „Fakat insanların Çoğu bilmezler...”
   Dini bilmemeleri, bu dosdoğru dine tabi olmalarını engeller. Bir kimsenin bilmediği bir şeyi kabullenip ona iman etmesi düşünülemez. Dinin aslını ve mahiyetini bilmeyen bir topluluğun o dine bağlı olduğunu düşünmek ne akla ne de gerçeğe uygun düşer! Bu husustaki bilgisizlikleri, İslam diniyle müşerref olabilmeleri için özür sayılamaz. Dini bilmemeleri, işin başından itibaren dinle müşerref olmalarına engel teşkil eder. Bir şeye inanmak, o şeyi tanıyıp bilmenin bir cüz’üdür. Aklın da pratiğin de mantığı budur. Hatta bu gerçek, mantığın da ötesinde son derece bedihî ve açıktır.
   Hz. Yusuf bu veciz, aydınlatıcı ve berrak cümlelerle şirkin, putperestliğin ve cahiliyetin temelini çatır çatır sarstığı gibi, İslam dininin ve ondaki inanç sisteminin esaslarını ortaya koymuş olmaktadır.
   Kulun kula tapması şeklinde yeryüzünde tezahür eden bir putperestlik vardır. Kendi kendini tanrılaştıran bir kimse, tanrılık iddialarını sağlama bağlamak için ulûhiyetin en özel vasfı olan Rabb olmaya sahip çıkarlar. Yani, kendisinin emirlerine, prensiplerine, fikirlerine ve koyduğu kanunlara halkın tapma derecesinde itaat etmesini isterler. Daha doğrusu, kendilerinin tapılmaya layık bir zat olduklarını kabul eder ve halkın tapmasını isterler. Bu isteklerini sözleriyle açıkca beyan etmemiş olabilirler. Onların fiilen bu isteklerini tatbikata koymuş olmaları dilleriyle ikrar etmelerinden daha kuvvetli bir delildir.
   Bu tür putperestlikler, ancak içlerine gerçek dini ve berrak inancı yerleştirememiş olan toplumların kalblerindeki boşluktan istifade ederek meydana gelir. Hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğuna kalben inanıp fiiliyatta da bu inançtan ayrılmayan toplumlarda böyle bir şey bahis konusu olamaz. Çünkü, hakimiyetin yalnız Allah’a ait olduğunu müdrik bulunan toplum, sadece O’na kul olunacağını, hükümrana boyun eğmenin tapma sayılacağını, hatta tapmayı gerektiren şeyin hakimiyet olduğunu bilir.
 
   İnsanlık uyanıyor:
 
   Dini devletten, devleti de dinden ayırmanın insanoğluna kâr yerine zarar getirdiği zaman geçtikçe daha da iyi anlaşılmaktadır. Yaratılış kanununa da taban tabana zıt olan ,,laiklik” putu bir gün gelecek yıkılacak ve tarihin çöplüğüne atılacaktır. Nitekim bu yıkılış ve atış daha şimdiden başlamıştır; hem de dünyanın en medenî devleti sayılan İsviçre bir referandumla ve kahir ekseriyetle ve devletin dinden ayrılmasının zarar ve felaketten başka bir şey getirmediği gerekçesiyle laik rejimi kaldırmıştır. Dünyanın diğer milletleri de bunun mücadelesini vermektedir. Bakalım: Her şeyi batı gözlüğüyle gören ve her halükârda batıya bağlı olduklarını iddia eden bizim sağır kulaklar bu haberi ne zaman duyacaklar! (4.3.1980 tarihli Tercüman



HAKİMİYET
 
   Hakimiyet iki kısma ayrılır. Bunlardan biri teşri-i hakimiyet, diğeri de icra-i hakimiyet.
   Teşri-i hakimiyet demek, şeriat vaz etme, kanun koyma hakimiyeti demektir ki, bu Allahü Azimüşşan’a mahsustur. Bu hak ve bu selahiyeti kimseye vermemiştir. İcra-i hakimiyete gelince, bu mevcut kanunları icra etmek ve yürütmektir. Bu da asıl itibariyle Allah’a mahsustur.
   Ancak, Cenab-ı Hak bu icra hakimiyetini, kendisine Halife olmak üzere yarattığı insana vermiştir ve bu suretle insanoğlu kanunları yürütme ve uygulama hakimiyetine sahip olmuştur. Bu itibarla şu kaideyi söyleyebiliriz: ,,İnsan dünyaya kanun yapmak, kanun koymak için değil, Hâkim-i Mutlak olan yaratanın gönderdiği İslam kanunlarını, şeriat’ın kanunlarını uygulamak üzere gelmiştir.”
   Binaenaleyh, insanın kanun koymaya, anayasa yapmaya ne gücü yeter ne de kendisine böyle bir selahiyet verilmiştir. Modern demokrasinin savunucuları arasında, belki de en büyük ismi olan Rosseau, mutlak manada hakimiyeti halka veriyor. Fakat halkın hükümete nasıl müessir olacağı hususunda bir açıklık getiremiyor. Teşri kuvvetinden de bahsederken kanun koyucularının çok iyi niyetli ve üstün zekâya sahip olmaları lazım geldiğini ileri süren Rosseau, insanlar arasında öyle vasıflara sahip insan bulmaktan ümidini kesmiş olacak ki, ,,İnsanlara kanunlar vermek için tanrıların olması zaruridir” diyerek insanın insan olarak kanun koyamayacağını ifade ediyor ve bu fikriyle İslam’ın görüşüne yaklaşmış oluyor.
 
   İcra hakimiyeti:
   Müslümanlar bu icra hakimiyetini nasıl kullanırlar? Ya doğrudan doğruya kendileri bir araya gelerek kullanır veya temsilcileri vasıtasıyla kullanırlar.
   Birinci şık zor olduğu için ikinci şık tercih edilmiş ve o gün bu gün bu usule uyulagelmiştir.
   Müslümanlara verilen bu hakimiyet bir hak Olduğu gibi aynı zamanda bir görevdir. Müslümanlar bu görevi İslam anayasasında belirtildiği şekilde yerine getirmekle mükelleftirler ve bu mükellefiyet farz hükmündendir. Yani müslümanların devlete sahip olmaları ve Allah kanunlarını icra edecek Halife’yi intihap etmeleri ve devletin başına getirmeleri bir farizedir; bütün müslümanlar bundan sorumludur!..



İSLAM DİNİ VE HÜKÜMET
 
   Yukarıdan beri gördük ki, devleti ve devletin icra organı olan hükümeti dinden ayırmak mümkün değildir. Böyle olunca İslam ümmetinin bir devlete, bir hükümete sahip olmaları farzdır. Bu farziyet birkaç yönden sabittir. Biz burada sadece bir kaçına işaret edeceğiz:
   a) Dini ve dinî değerleri korumak ancak devletle ve devlet gücüyle mümkündür. Devlet olmadan dini ve dinî değerleri korumak imkan haricidir. Müslümanların bugünkü yürekler acısı halleri devletlerini kaybetmelerinin bir sonucudur. Çünkü, din ile devlet ikiz iki kardeştir. Din temeldir, devlet onun bekçisidir. Temelsiz bina yıkılmaya mahkum olacağı gibi bekçisiz eşya da zayi olur gider.
   b) İmam-ı Gazali şöyle der:
   ,,Dinin nizamı ancak dünya nizamıyla hasıl olur. Dünya nizamı da ancak, kendisine itaat edilen adil bir imam, birdevlet reisinin mevcudiyetiyle mümkündür... Dünyada mal ve can emniyeti ancak, devletin ve kendisine itaat olunacak devlet başkanının varlığı ile mümkündür...” (El-İktisad Fil-İtikad)
   c) Nesefî Akaid’inde şu satırları okuyoruz:
   ,,Müslümanlar için bir imam (devlet başkanı) zaruridir. Çünkü, şer’i hükümleri infaz etmek, had cezalarını tatbik etmek, sınırları korumak, ordular techiz etmek, zekât mallarını toplayıp müstehaklarına dağıtmak, zorbalığı, eşkiyalığı önlemek, cuma ve bayram namazlarını ikame etmek, ümmet arasında vaki olan ihtilafları ve anlaşmazlıkları gidermek, velisi bulunmayan küçükleri evlendirmek, ganimet mallarını taksim etmek vesaire gibi amme hizmetlerini yürütmek ancak bir imamın varlığı ile mümkündür...”
   d) Sahib-i Mevakıf der ki: ,,Kesin olarak biliriz ki, dinin muamelât, munakehat, cihad, hudud ve saire gibi hükümlerinin meşru kılınmasında Şâri Teala’nın gayesi insanların maddî-manevî maslahatlarını temindir. Bu maslahatların sağlanması da ancak bir imamın devletin başına getirilmesiyle mümkündür.”
   e) Şarih Cürcani şu ilaveyi yapıyor: ,,İmam nasbetmek, dinin en büyük gayelerinden biri olduğu gibi, müslümanların maslahat ve huzurunu sağlamak yönünden en mühim vasıtadır.”
   f) İbn-i Haldun’un görüşleri de şöylece özetlenebilir:
   ,,İnsanın yaratılışının gayesi bu dünya değildir. Dünya, ahiretteki hayatın bir vesilesidir. Esas hayat oradadır. Dünyadaki bütün işler ahiret hayatına göre tanzim edilecektir. Bunun ölçüsünü insan aklı, insan siyaseti veremez. Öyle ise şeriat’a, ilâhî nizama ihtiyaç vardır. İlâhî nizamı tebliğ ve icra edecek de ancak, peygamberler ve onların varisleri olan halifelerdir.”
   g) İslam dininde cihad yapmak farzdır, emr-i mâruf ye nehy-i münker yapmak farzdır, cezaları infaz etmek farzdır, sınırları korumak farzdır. Dahilde asayişi sağlamak farzdır, ordular teşkil etmek ve harp sanayini, dünyanın müslüman olmayan millet ve devletlerini korkutacak seviyede hazırlamak farzdır, mahkemeler kurup adaleti sağlamak farzdır...
   Evet bütün bunlar farzdır, Allah’ın kesin emirleridir!
   Bütün bu farzları yerine getirmek ancak devletle, devlet eliyle mümkündür. Öyle ise müslümanların devlete sahip olması, devlet kurması farzdır. Çünkü, ,,Bir şey ki, bir farzın yerine getirilmesi onun varlığına bağlıdır. Öyle ise o da farzdır” kaidesi vardır. Kaldı ki, İslam’da devletin lüzum ve vücubunu gösteren nice ayetve hadis’ler vardır. İşte bunlardan birkaçı:
   ,,Fitneden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın. Vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” (Bakara, 193)
   ,,Ey mü’minler! Hoşunuza gitmediği halde, din düşmanlarıyla savaşmak üzerinize farz kılındı.” (Bakara, 216)
   ,,Kendilerine savaş açılan mü’minlere savaşmaları için izin verildi...” (Hac, 39)
   ,,Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan idarecilere itaat edin!” (Nisa, 59)



BAZI TEREDDÜT VE
İDDİALARA CEVAP
 
   İslam âleminin her yerinde kültürlü kitlenin kahir çoğunluğunu teşkil edenler, maalesef batı kültürüyle yetişenlerdir. Bunlar umumiyetle hakim, mühendis, doktor, avukat, edebiyatçı, maarifçi, siyasetçi gibi yüksek tahsil yapmış kimselerdir. Fakat üzüntü ile kaydetmek lazımdır ki, bunlardan çoğunun İslam dini hakkındaki bilgileri yok denecek kadar azdır. İslam kültürünü bilmezler; bildikleri sadece ortada dolaşan laflardır, hep kulaktan dolan şeylerdir.
   Fakat, İslam’dan, İslam kültüründen uzak kalmış olmalarına rağmen bu kitle, maalesef İslam alemine hakimdir, yönetim ve idare bunların elindedir. Yabancı devlet ve milletler nezdinde İslam’ı temsil edenler de bunlardır. Batı kültürüyle yetişen bu okumuşların çok garip, garip olduğu kadar da çok gülünç iddiaları vardır. Her söz gelişinde bu teranelerini tekrar eder dururlar. İddialarının birkaçına işaret edelim:
 
   Birinci iddiaları:
   ,,İslam’ın devletle alakası yoktur!..”
   Batı kültürünün tesiri altında kalan bu yarı aydınların iddialarına göre, İslam da bir dinmiş!.. Din ise Allah’la kul arasında bir şey olup devletle, devlet işleriyle hiçbir alâkası yokmuş!..
   Şimdi siz onlara diyeceksiniz ki, İslam’ın ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Binaenaleyh, dinî bir mevzuda verilecek hükümlerin Kur’an’da bulunması gerekir. Sizin şu iddianızı isbat edecek Kur’an’da veya hadis’de herhangi bir deliliniz var mıdır? Lütfen söyler misiniz?.. Adamlar, ya dilleri tutulmuşcasına susacaklar ya da bir yığın saçmaları tekrar edip duracaklardır. Bu arada şunu söyleyeceklerdir: ,,Batı, devleti kiliseden, kiliseyi de devletten ayırdı ve iyi yaptı. Avrupa için iyi olan şey başka milletler için de iyidir,“ derler. Milletlerin tarihini, örf ve adetlerini, mana yapılarını, sosyal yapılarını, bir kelime ile dinî hayatlarını nazar-ı itibara almazlar. Hiç düşünmeden maymunca batıyı taklil edip dururlar. İslam’da dinle devletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını ve olamayacağını bilmezler, bilemezler. Bu yarı okumuşlar, yabancı kitaplar okudukları kadar Kur’an-ı Kerim’i tetkik etseler görecekler ki, Kur’an katil, hırsız, asi, zani, iftiracı gibi suçluların çarptırılacakları cezaları kat’i olarak getirmiştir. İşte ayetler:
   ,,Ey iman edenler! Maktuller hakkında kısas sizin için farz kılındı.” (Bakara, 178)
   ,,Bir mü’minin diğer bir mü’mini yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, imanlı bir köleyi azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edecek bir diyet vermes lazımdır... Meğer ki, onlar sadaka olarak bağışlamış olsunlar.” (Nisa, 92)
   ,,Erkek hırsızla kadın hırsızın, irtikap ettikleri suça karşılık, ceza ve Allah’tan insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesin! Allah mutlak galiptir, yegane hikmet ve hüküm sahibidir.” (Maide, 38)
   ,,Allah ve Resulü’ne harp açanların, yeryüzünde yol kesmek suretiyle fesatçılığa koşanların cezası ancak, öldürülmeleri yahut asılmaları yahut elleriyle ayaklarının çaprazvari kesilmesi yahut da oldukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Ahirette de onlara başka çok büyük bir azap vardır.” (Maide, 33)
   ,,Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız; bunlara Allah’ın dinini (kanununu) tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir zümre de bunların azabına şahit olsun.” (Nur, 2)
   ,,Namuslu ve hür kadınlara iftiradan sonra dört şahit getirmeyen kimselere de seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur, 4)
   Yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, İslam dini, bir takım fiil ve hareketleri yasaklamış, birtakım suçlar için cezalar koymuş ve bu cezaların yerine getirilmelerini de emretmiştir, farz kılmıştır. Yasak koymak, emir vermek, ceza koymak, tatbikini mecbur etmek ancak devletin yapabileceği işlerdendir.
   Fert bunları yapabilir mi? Bunları yerine getirmeye gücü yeter mi? Bunlar da bir vicdan işi midir? Sadece Allah ile kul arasında birşey midir?!. Bunlara kimse ,,Evet” diyemez. O halde bunları ancak devlet yapabilir, devlet yapacaktır Öyle ise, İslam’da devlete ihtiyaç vardır, İslam dininde devletin olması zaruridir. Devletsiz bu işleri icra etmek mümkün değildir. Müslümanların devleti yoksa mutlaka devlet kuracaklardır, devlete sahip olacaklardır. Hem de İslam nizamına göre, İslam anayasasına göre Allah’ın emir ve hükümlerini yürüteceklerdir. Başka çıkar yol yoktur müslüman bundan mesuldur!..
   İslam dini sadece kanun koymakla yetinmemiş, devlet için bir takım esaslar da getirmiştir. Mesela ,,Şurâ getirmiş, devlet başkanının ve devlet yöneticilerinin ne ekilde iş başına getirileceklerinin yolunu göstermiştir ,,Onların aralarındaki işleri şura iledir!” (Şüra, 38) buyurmuştur.
   İslam’ın bu ve benzeri ayetlerle umumun reyine dayalı „Şurâ“ ile bir hükümet kurmayı emretmesi demek, İslam’ın dinle devleti birleştirmesi demektir. İslam, eğer dinle devleti birleştirmese  idi, bu hükümleri koymazdı.
    Yine Kur’an-ı Kerim, idarenin Allah’ın indirdiği hükümlere uygun bir şekilde olmasını, emanetin ehline verilmesini emretmekte, aksi halde hareket edenlerin zalim, fasık ve kâfir sayılacaklarnı beyan buyurmaktadır
„Şüphesiz  ki, Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58)
   „Onların arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet!.. (Maide, 49)
   „Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir!” (Maide, 44)
İnsanlar  arasında hükümleri icra etme ise devletin işidir. Eğer İslam, dinle devletin arasını ayırmış olsa idi, bunları emretmezdi.
   Ayrıca İslam dini, mârufu emretmiş, münkeri nehyetmiştir. Dinin emirlerini ihmal edenlere emirler vermek, dinin yasaklarını işleyenleri men etmek her yerde ferdin işi değildir. Ferdin buna gücü yetmez. Bunlar devlet işidir. Çünkü emirler verip yasaklar koyan, zorlayıcı ve yaptırıcı güce sahip olan ancak devlettir. İşte bir ayet:
   ,,Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırıp iyiliği emretsinler, kötülüklerden men etsinler. İşte kurtuluş ve yükselişe erenler bunlardır.” (Ali İmran, 104)
   Müslümanlar arasında mârufu emredip, münkerden vazgeçiren bir kitlenin bulunması demek, onların bu dinî hükümleri uygulayan bir devletleri olması demektir. Yoksa bunları yapmak fertlerin kârı değildir. Şayet İslam dinle devleti birbirinden ayırsaydı, böyle bir hüküm getirmezdi. Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: ,,(Bir gün gelecek) bu din; ilik ilik çözülecek. İlk çözülen ahkâm (devlet yönetimi), son çözülen de namaz olacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5/151)
   Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, din devletsiz yaşamaz, yaşayamaz. Devlet dine sahip çıkmaz da devlet yönetiminden din kaldırılırsa, devletin bütün müesseselerinden, aile müesseselerinden, hatta ferdin hayatından din ve dinî vecibeler yavaş yavaş kalkmaya, silinmeye başlar. Sıra namaza gelir; 0 da zamanla terk edilir. İşte günümüzde şeriat’ı, şeriat kanunlarını kaldırıp da laik düzeni getirmiş olan devletlerin bugünkü yürekler acısı halleri, bu hadis-i şerif’in tehlikeli gördüğü durumun açık örnekleridir.
   İslam dini; dinle devleti, devletle dini birleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kurulacak devletin ve iktidara getirilecek şahsiyetlerin Kur’an’ın hükümlerine uygun bir şekilde yaşamalarını da tavsiye etmiştir. Ve şöyle demiştir ,,Onlar öyle inanmışlardır ki, biz eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verip (onları iktidara getirirsek) namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler. Her işin sonu yine Allah’a varır!” (Hac, 41)
   Bu ayet-i kerime’den de açıkça anlaşıldığına göre ideal bir devlet düzeninin yürütücüleri, yani devlet adamları namazlarını kılıp, zekâtlarını verirler, Allah’ın emrettiklerini yapıp, nehyettiklerinden kaçınırlar, şahsî ve siyasî görevlerini birleştirip İslam’ın esaslarına göre düzenlerler
   Kur’an’ın hükümleri, emir ve yasakları uhrevî mevzularda olduğu gibi, bir o kadarı da hatta daha fazlası dünyevî mevzulardadır. Mesela: Dahilî bozukluklar, devletler aras ihtilaflar, harpler, barış ve anlaşmalar gibi, ictimaî mevzular    için de ayrı ayrı hükümler vardır. Kur’an zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı olduğunu, yetimlere, miskinlere acizlere devletin bakmasının şart olduğunu bir çok ayetlerinde bahsetmektedir. Kısacası Kur’an-ı Kerim hem dünyevî mevzularda hem de uhrevî mevzularda boşlulk bırakmayacak şekilde hükümler koymuş, dinî hükümlerde ictimaî hükümleri, ictimaî hükümlerde de dinî hükümleri dercetmiştir.
   İslam dinin emirlerini yaptırmak için devleti kullandığı gibi, dini de devletin istikrarı, devletin başarısı için vesile            kılmıştır. Devlet gücü olmazsa, devlet dine sahip çıkmazsa din çözülür gider...
   Şimdi bir an düşünelim: Dinle devleti, devletle dini birleştirmek, kaynaştırmak olursa bu kadar olur. Mesela o haldedir ki, İslam’da dinle devlet etle kemik gibi iç içe girmiş, ruhla beden gibi birbirinin ,,lâzım-ı gayri mufarık” olmuştur.
    0 halde, batı kültürüyle yetişen ve ,,İslam’da devlet yoktur” diyenlerin bu iddiası, İslam’ın ruhuna da, metnine de tamamen aykırıdır, yanlıştır, fahiş hatadır, İslam’a şen’i bir iftiradır!..
   Batı kültürüyle yetişenlerin ikinci bir iddiaları da ,,İslam dini bu asra uymaz, onun devri geçmiştir. Yirminci asra geldik. Artık doğmalarla devlet yönetilemez...” gibi sözleridir. Fakat, bunlar bu iddialarını isbat edecek hiçbir delil gösteremezler, gösterememişlerdir; söyledikleri peşin hükümlerdir, kupkuru bir iddiadır, laftan ibaret, cahilce ve gülünç bir iftiradır.
   Sistemlerin cemiyetlere uygunluğu, o sistemlerin istinad ettiği prensiplerin sıhhatli olup olmayışına bağlıdır. Bu noktadan hareket etmiş olursak, İslam’ın prensiplerinden günün icaplarına uymayan birisini bulmak mümkün değildir. Eğer onlar, İslam’ın prensiplerini tetkik etmiş olsalardı, iddialarının ne kadar cahilce olduğunu anlayacaklardı.
   Dün, bugün ve yarın bütün cemiyetlerin ve her akl-ı selimin aradığı ve arayacağı, önemle üzerinde durduğu ve diğer prensiplere temel teşkil ettiği üç prensip vardır:
   Hürriyet, adelet, müsavat.
   İslam dini hürriyetin de, adaletin de müsavatın da en mükemmelini beşeriyet alemine getirmiştir.
 
   Hürriyet prensibi:
 
   İnsan hür olarak doğar ve hür olarak yaşar. Evlenme hürriyeti, mesken edinme hürriyeti, tahsil hürriyeti, çalışma hürriyeti, meslek seçme hürriyeti, seyahat hürriyeti vardır. Hatta İslam fikir ve inanç hürriyeti de getirmiştir. Allah’ın varlığı ve birliği hakkında bile tartışmaya müsaade etmiştir. Akla ve tefekküre mühim bir yer vermiş, ilmî araştırmayı teşvik ve tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de altmıştan fazla ayet-i kerime akla, fikre ve ilim adamına hitap etmektedir. Fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi tabii ilimlere 700’den fazla ayet-i celile’sinde yer vermiştir.
   ,,Bilenlerle bilmeyenler hiç müsavi olur mu?” (Zümer 9), ,,Hikmet müslümanın kaybolmuş malıdır. Onu, nerede bulursa oradan almaya herkesten daha haklıdır,” demiş, ,,Beşikten mezara kadar ilim arayın”, ,,Çin’de de olsa gidin öğrenin!” demek suretiyle de ilim tahsili için, ne zaman tanımış ne de mekan. ,,Oku!” emri Kur’an’ın insanlığa ilk hitabı olmuş, Allah’ın varlığı ve birliği hususunda şahitlik makamı, meleklerden sonra ilim adamlarına verilmiştir.
   Elhasıl, İslam dini çok geniş bir fikir hürriyeti getirmiştir. İslam’da ,,Sorma inan, yoksa başın gider!” prensibi yoktur. ,,Sor, araştır, incele, ondan sonra inan!..” serbestisi vardır. Niçinine gelince:
   İslam dini her yönüyle kendine güvenen bir nizamdır, Allah nizamıdır. Onun esasında ve teferruatında eksiği ve gediği yoktur. Hatası asla düşünülemez. Her şeyiyle ilme, akla ve mantığa tıpa tıp uygundur. Allah’ın şaşmaz ilmine ve sonsuz kudretine dayanmaktadır. Bu itibarla insan aklına, insan ilmine ve insan fikrine meydan okuyor, aklı selime hitap ediyor ve diyor ki, ,,İşte meydan! Arayın, araştırın, inceleyin! Birdaha arayın, araştırın, inceleyin, tatmin olmuyorsanız tekrar tekrar bunları yapın! Fakat neticede beni seçeceksiniz, beni beğeneceksiniz, benim eksiğimi, gediğimi bulamayacaksınız. Aradığınız, arzu ettiğinizin en mükemmelini bende bulacaksınız. Çünkü, ben Allah’ın şaşmaz ilmine ve sonsuz kudretine dayanan bir din, bir nizamım!..” diyor.
 
   Adalet prensibi:
   İslam dininin beşeriyet alemine lütfettiği temel prensiplerden biri de adalet prensibidir. Bu mevzuda 0 kadar çok ayet ve hadis vardır ki, yüzlerin üstündedir. Burada bir kaçını mealen kaydedelim:
   ,,İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz!” (Nisa, 58)
   ,,Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlardan, adaletle şahitlik edenlerden olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin! Adalet yapın! Zira takvaya en yakın olan odur.” (Maide, 8)
   ,,Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlardan ve Allah için şahitlik edenlerden olun! 0 hükmünüz veya şahitliğiniz velev ki, kendinizin veya ana babanızın, yahut yakın hısımlarınız aleyhinde olsun, isterse onlar zengin veya fakir olsun. Çünkü, Allah ikisine de sizden daha yakındır. Artık siz adaletten dönerek keyfi hevanıza uymayın!” (Nisa, 135)
   ,,Bir gün adaletle hükmetmek, altmış sene (nafile) ibadetten daha hayırlıdır.” (Camiu’s-Sağir)
 
   Müsavat prensibi:
 
   İslam dininde müsavat prensibi de çok önemli bir yer işgal etmektedir. İslam dini bir ferde, bir sınıfa veya bir zümreye imtiyaz hakkı vermediği gibi ırk, renk, dil ve din farkı da gözetmemiştir. Adalet önünde hükümdarlarla sıradan bir vatandaşı hatta bir gayrî müslimi eşit tutmuştur. Buna dair ayet ve hadis’lerin sayısı da çoktur:
   ,,Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara, kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, Allah herşeyi en iyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13)
   ,,De ki: ,,Ey EhI-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin. Şöyle ki, Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbirşeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rabbler edinmeyelim...” (Ali İmran, 64)
   ,,İnsanlar bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittirler...” (Tayalısi)
   ,,Ne Arab’ın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arap olana bir üstünlüğü yoktur!..“ (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i)
   Ayet ve hadis’lerde görüldüğü üzere, eşitliğin yegâne güzel ve tabii şeklini İslam getirmiştır. Ne diyor? Diyor ki, bütün insanlar aynı soya dayanmakta, aynı ana ve babadan gelmekte ve aynı yaratanın eseri olmaktadırlar; bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittirler. Aralarındaki farklar, ancak ibadet ve takva yarışından, fazilet ve hizmet yarışından ileri gelmektedir. Yoksa asıl ve nesil olma itibariyle aralarında hiçbir fark yoktur.
   İslam insanları tek bir kelime, tek bir merkez etrafında olmaya davet etmektedir. 0 da yalnız Allah’ı Rabb kabul edip O’na kul olmaktır. O’ndan başkasına, kim olursa olsun, kul olmamaktır. En kötü şey bazı kişi veya kişileri ilâhlaştırıp, putlaştırıp, onlara kul olmaktır; kula kul olmaktan kurtarmış, onun haysiyet ve şerefini korumuştur. Laik ve demokratik gibi beşerî sistemler ise, insanı insana kul yapmaktan ve çoğunluğun azınlığa tahakkümünden başka bir şey değildir. Bir parmak fazlasıyla, bir oy çoğunluğu ile fikirler tercih edilir ve şahıslar işbaşına getirilir; ehiller ehliyetsizlerin emrine verilir; 49 profesörün değil, ilimden behresi olmayan 51 kişinin fikirleri kanunlaşır, kanun olur. Bu cehaletin ilme, çoğunluğun azınlığa tahakkümü değil de ya nedir?!. Bu mudur eşitlik? Bu mudur adalet? Bu mudur emaneti ehline verme?!.
   Öte yandan İslam, içkinin, kumarın, fuhşun her çeşitini, yalanın, rüşvetin, ihtikârın her çeşitini, adam öldürmenin, bencilliğin, cimriliğin, dedikodu yapmanın her çeşitini yasak etmiştir. Hayır yolunda fakirlere, düşkünlere, yolda kalmışlara yardım etmede yardımlaşmayı emretmiş, komşusu aç olarak yatan bir müslümanın kırk gün ibadeti kabul olunmaz demiş, ,,Bir milletin efendisi o millete hizmet edendir!” diye ilan etmiştir.
   İşte bunlar ve daha nice benzerleri öyle prensipler, öyle hükümlerdir ki, insanoğlunun hayalinden geçirdiği ve fakat arayıp bulamadığı ideal sistemlerdir. Şimdi, nasıl olur da asrın insanının, yüce ideal olarak aradığı bu sistemler asra, asrın ıhtiyaçlarına cevap veremez? Şayet, bu asrın bildiği, bu asrın insanının iftiharettiği insanî, ictimaî, hukukî prensiplerin her birisini derinliğine araştıracak olurlarsa, onların en ideal ve en güzel şeklinin, İslam şeriat’ında mevcut olduğunu görürler ve iyi niyet sahibi iseler, hemen hatalarından dönüp İslam hukukuna sarılırlar, onun güzelliğine inanırlar, onu devlete tatbik ederler. Hem kendileri vebalden kurtulur, hem de idare ettikleri milletin yüzü güler...
   Netice itibariyle şunu gayet rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İslam hukukunun asra uymayacağı iddiası boş laftan ve cehaletten başka bir şeye dayanmamaktadır. Aslında onların yana yakıla anlattıkları ve propagandasını yaptıkları sosyalizm, kapitalizm, laisizm ve daha nice izimler gibi sistemler asrın ihtiyacına cevap vermiyor, veremiyor ve veremeyecektir. İşte dünyanın hali!.. Ne doğusunda ne de batısında huzur diye birşey yoktur, güven diye birşey yoktur. Süper dedikleri devletler bile tek başlarına kendi geleceklerini emniyete bağlamayı göze alamadıkları içindir ki, bloklara dahil olmuşlardır. Günün dünyasında ne hürriyetten ne adaletten ve ne de müsavattan bahsetmek mümkün değildir. Zulüm, baskı ve sömürü alabildiğine dünyayı kasıp kavurmaktadır.
   Bütün bunlar ortada durup dururken, yabancı kültürle yetişenler ve müslüman milletlerin idare nizamını ellerinde tutanlar, kendi yalanlarını ve sahte sistemlerini gerçekmiş gibi göstermek ve çürük ipliklerini pazara sürmek için, kendi sıfatlarını ve yetersizliklerini İslam’a, İslam nizamına yamamak istemektedirler...
 
   Üçüncü bir iddia da şeriat’ın bazı hükümleri muvakkatmış!
 
   Batıyı, körü körüne taklit eden yarı münevverlerden bazıları da şu iddiayı ileri sürmektedirler: ,,İslam hukuku, haddi zatında bu asra uyan bir nizamdır. Ancak hükümlerinin bir kısmı değiştirilebilir...“ derler. Daha doğrusu, İslam’ın ceza hükümlerinin bir kısmı değiştirilebilir ve değiştirilmelidir. Recim ve kol kesme gibi cezaların kaldırılmasını ileri sürerler. Fakat iddialarını isbat için delil istediğiniz zaman kayda değer hiçbir delil göstermezler. Asılsız, astarsız şeyleri savunur dururlar.
   Herhalde bu efendiler, İslamî sistemleri beşerî sistemlere benzetiyor; beşerî sistemlerde tebdil, tağyir, ilga olabileceği gibi, ilâhî sistemlerde de bunları yapmak mümkündür, diyorlar ve beşerî sistemlerle ilahî sistemler arasındaki farkı görmekten aciz olduklarını ortaya koymuş oluyorlar...
 
   Zamanın değişmesiyle hükümler değişir mi?
 
   Mecelle’nin 39. maddesi şöyle: ,,Zamanların değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr edilemez.” Bazı kimseler, Mecelle’nin bu maddesini dillerine dolayarak, ,,Zaman değişti, aradan asırlar geçti, asırların geçmesiyle, zamanların değişmesiyle şeriat’ın hükümleri de elbet değişecektir!..” derler.
   Bizde mahallî bir tabir vardır: ,,Horasan’da hali dokunduğunu duymuş ama, enini, boyunu öğrenmemiş!..” Bu beyler de Mecelle’de böyle bir maddenin olduğunu duymuşlar ama, madde nedir, neyin nesidir, şümül sahası neden ibarettir diye sormamışlar veya sormak hesaplarına gelmemiştir.
   Bunlara önce şunu sormak lazım: Şeriat’ın hükümleri, İslam kanunları Allah’ın kanunlarıdır. Onlar zamanın geçmesiyle eskir mi? Zamanların değişmesiyle değişir mi? Allah kanunları cahil ve aciz kimselerin görüşleri ve kanunları değil ki, zamanın geçmesiyle hataları veya yetersizlikleri meydana çıksın da görüşleri değişsin!.. Bunlar Allah’ın ezelî ve ebedî ilmine dayanan hükümler ve kanunlardır.
 
   Şimdi Mecelle’nin 39. maddesine gelelim:
 
   Evet, ,,Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi inkar edilemez” maddesi yok değildir, vardır. Ama hangi meselelerde vardır? İşte burasını iyi öğrenmek gerek. Bu hususu Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Efendi’nin ,,Hukuk-i İslamiyye ve İstılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”ndan sadeleştirerek alalım:
   ,,Yani, nass (ayet ve hadis) ile sabit olmayan ve genel kaidelerden bulunmayan bir kısım cüz’i hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir. Yoksa kat’i nasslarla, yani ayet ve hadis’lerle sabit olan meselelerde zaman tesir etmez.
   Mesela vaktiyle salah ehli çok olduğundan şahitlerin tezkiyelerine lüzum görülmezdi. Bilahare insanların iyi halleri değişmekle şahitlerin sırran veya âlenen tezkiye edilmelerine gerek hasıl olmuştur.
   Kezalik vaktiyle bir binanın odaları hep bir tarzda yapıldığından birini müşterinin görmesi kâfi geliyordu.
   Fakat sonradan bu tarz değiştiğinden müşterinin, odaların hepsini görmesi lazım gelir.”
   Buraya birkaç satır daha ilave edelim:
   İslam hukuku bazı meselelerini, mahallin örf ve adetlerine bırakmıştır. Örf ve adetlerin değişmesiyle onlara dayanan hükümlerin de değişmesi pek tabii bir şeydir. Yoksa ayet ve hadis-i şerif’lerle sabit olan veya bunların benzeri olup, kıyas yoluyla bunlara ilhak edilen hükümler değişmez. Mesela faizin haramlığı, mahremlerle evlenmenin haramlığı, kadınlarda tesettürün lüzumu gibi hükümler değişir mi? Hırsızın kolunun kesilmesi, katilin kısas edilmesi, iftira edenlere, içki içenlere seksener değnek vurulması değişir mi?..
   Eğerbu beyler, İslam hukukunun nasıl bir hukuk olduğunu bilselerdi, böyle herzeler savurmazlardı... Şunu her müslüman kesin olarak bilecek ve inanacak ki, İslam’ın hükümleri muvakkat olmayıp ebedîdir, kıyamete kadar yürürlüktedir.
   Bu iddiayı ileri sürenler bilmiyorlar ki, eğer İslam’ın hükümlerinin bir kısmı muvakkatsa diğer kısımlarının da muvakkat olması lazım gelir ki, artık bu, İslam’ın ortadan kalkması demektir.
 
   Dördüncü bir iddia da İslam’ın bazı hükümlerini tatbik etmek imkânsızdır:
 
   Bu iddiayı yapanlar bir öncekilerin aksine, ,,İslam’ın hükümleri muvakkat değildir, devamlıdır. Ancak bazı hükümler var ki, onların tatbiki mümkün değildir. Mesela el kesmek, recim yapmak gibi ceza hükümleri bugün nasıl tatbik edilir! Bu mümkün mü?!. Çünkü, günümüzdeki İslam memleketleri geri kalmışlardır. İçimizde bulunan yabancı azınlıklara da bu gibi cezalar tatbik edilirse, büyük devletler bize müdahale ederler...”
   Demek oluyor ki, bu efendilerin korkusu varmış da onun için böyle bir iddiada bulunurlarmış!..
   Böyle bir iddia İslam esaslarına uygun olmadığı gibi, akıl ve mantıkla da bağdaştırmak mümkün değildir. Bakınız Kur’an ne diyor?
   ,,O halde siz, insanlardan korkmayın, benden korkun! Benim ayetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın! Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44)
 
   Bir başka iddiaları:
 
   Bu beylerin beşinci bir iddiaları daha vardır ki, oda İslam hukuku ve şeriat kanunları İslam müctehidlerinin eserleri imiş! Evet, Avrupa kültürüyle yetişenlerin bir kısmı diyorlar ki, ,,İslam hukuku Allah ve Peygamberi’nin koyduğu kanunlar değil, İslam hukukçularının eseri ve onların görüşleridir.. .“ Bu iddia da fahiş bir hatadır. Aman Ya Rabb’i! Cehalet insana neler söyletiyor, ne gaflar yaptırıyor!..
   Evet, İslam müctehidleri ve hukukçuları birer dâhidir. Bu hususu batının fikir adamları da kabul etmektedirler. Bu muhterem zevat, bir hukuk sistemi tedvin etmişlerdir; sağlam temeller atmışlar, değişmez prensipler tesis etmişler, umumî kaideler vaz etmişlerdir ve bu suretle her meseleyi halletmişler, her problemi çözmüşler ve olmuş, olacak, olması muhtemel her hadiseyi hükme bağlamışlardir…
   Ama bütün bunları yaparken, kendilerinden bir şey söylememişlerdir. Kur’an ve sünnet’e dayanmışlar, uzun ve yorucu mesailer sarfederek kılı kırk yararcasına ayet ve hadis’leri tetkik etmişler; bunların ibare ve işaretlerinden delalet ve iktizalarından hükümler, prensipler ve kaideler istihraç ve istinbatetmişler; değil ki, yirminci asrın kıyamete kadar gelecek asırların ilim adamlarını bile hayran bırakmışlar ve bırakacaklardır. Elhasıl bu tebcil ve tebrike layık zevatın yaptığı, Kur’an ve sünnet’te mevcut olan hüküm, kanun ve kaideleri çıkarmak, ilim erbabının anlayacağı tarzda şerh ve izah etmektir.
   Binaenaleyh İslam hukuku, batıcı ve batıl kafalı yarım aydınların zannettikleri gibi, İslam ulema ve fukahasının fikir ve görüşleri değildir. Doğrudan doğruya Allah’ın kelamına ve Peygamber’inin beyanına dayanan nev-i şahsına münhasır bir hukuk nizamıdır.



İDEAL HUKUK
 
   İdeal hukuk demek, akıl ve mantığa uyan, vicdanı tatmin eden, sağduyuya hitab ederek adaleti temin eden; fert ve cemiyet, devlet ve vatandaş arasındaki ilişkileri akl-ı selime uygun bir şekilde düzene koyan, aynı zamanda tabii ve pozitif ilimlerle asla çatışmayan, insan tabiatına tam uygun düşen ve nihayet aranan ve arzu edilen bir hukuk demektir İşte böyle bir hukuk nizamını, insanoğlu, ancak İslam’da İslam hukukunda bulur. Yani ideal hukuk beşer hukukları gibi, çeşitli noksanlıklarla dolu olan ve sayısız ihtirasların zebunu bulunan ve muhtelif etki ve tepkilerin tesiri altında kalabilen insan kafasının mahsulü değildir.
   Ve çünkü İslam hukuku her şeyi bilen, her şeyi yaratan yarattıklarını başı boş bırakmayan, kâinatın her parçasını zerresine kadar nizam ve düzene koyan ve aynı zamanda insanoğlunun geleceğini, geçmişini ve halini en ince noktalarına kadar bilen Allah’ın ilmine ve vahyine dayanır; ezelî ve ebedî ilmine dayanır. Bizi bizden daha iyi bilen ve bize bizden daha yakın olan Yaratan’ımızın hikmetine istinad eder...
    Yerleri ve gökleri nasıl güzel bir şekilde yaratmış ise; bitkileri, hayvanları nasıl güzel bir biçimde vücuda getirmiş ise; bizlere iki el, iki ayak, iki göz, iki kulak, iki kaş, iki dudak vermişse; vücudumuzu teşkil eden iç organlarımızı, dokularımızı ve hücrelerimizi akıllara hayret verecek şekilde ve bir işbirliği içinde düzene koyup ahenkleştirmiş ise ve nihayet, bunların eksiği, gediği olmayıp, en güzel ve en ideal şekilde ise, İslam hukuku da öyledir, eksiği, gediği yoktur, tastamamdır. Eşyanın tabiatına, insanın ve insan topluluğunun, maddî-manevî yapısına tıpa tıp uygundur. Her yönüyle adalet terazisi dengededir; siz kendiliğinizden terazinin bir kefesine bir şey koyarsanız veya diğer kefesinden bir şey kaldırırsanız, adalet terazisinin dengesi bozulur. Çünkü:
   İslam hukuku bir bütündür; her meselesi kendi modeline göre ayarlanmıştır. Şayet siz, İslam hukukunu iman sistemiyle, ibadet sistemiyle, muamelât (dünya ve devlet işleri...) sistemiyle, ceza hukuk sistemiyle alırsanız 0 şaşmaz fonksiyonunu yerine getirir; sizi huzur ve refaha götürür. Yoksa, en ufak bölümünü ihmal ederseniz, parçaları modeline uymayan fabrika gibi tökezlemeye başlar, işlemez hale gelir, siz de iflas edersiniz.
   İslam hukuku, dünyanın insaflı ilim adamlarının ve hukukçularının takdir ve tebciline mazhar olmuştur. Bunlardan bir kaçına işaret edelim:
 
   Sava Paşa:
 
   Sava Paşa ,,İslam Hukuku Nazariyatı” adlı eserinin 34. sayfasında Peygamberimiz’in, ,,Ey nas! Beni dinleyiniz ve sözlerimi zihinlerinize nakşediniz. Size her şeyi Allah’ın emriyle bildirmiş bulunuyorum. Size öyle bir kanun bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla dalalete sapmayacaksınız!” (Buhari) mealindeki hadisî şerif’i kaydettikten sonra diyor ki:
   ,,İslamiyet’te hak olan tek bir şey vardır: 0 da dindir. Din insanın halıkiyle, devletiyle ve kendi nev’iyle mevcut münasebetlerin hukuki esasiyesini muhtevi umumi bir tabirdir. Bu ister itikatta, ister ibadette olsun ve isterse dünya işlerinde olsun...”
 
   Prof. Rogen:
 
   İsviçreli meşhur hukukçu Prof. Rogen şöyle diyor:
   ,,İslam hukuku beni hayrete düşürdü. Meğer ki, bu bir derya imiş! Biraz genç iken bunlara muttali olmayı ne kadar isterdim. 0 vakit bunları bütün dünya nazarında tecessüm ettirirdim.” (Bedayi Ter., Av. Seniyyüddin’in önsözü)
 
   Marmaduke Piktahali de şöyle diyor:
   ,,Halikın hukuku ile mahlukun hukukunu en mükemmel şekilde ancak müslümanlık târif etmiştir.’
 
   Netice:
  
   Netice olarak deriz ki: İslam dini insanlık için gelmiştir; insanlığa hükmetmek için gelmiştir; insanlığa önderlik etmek için gelmiştir; insanın insanca yaşaması için gelmiştir; insanı kula kul olmaktan, kulları putlaştırmaktan kurtarmak için gelmiştir; İslam, insanların hem dünyası hem de ahiretini mesud etmek, onlara hem dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde hükmetmek için gelmiştir...
   İslam hem din hem de devlettir. Hem kutluk hem de kumandanlık sistemidir. Nasıl ibadetle ilgili emirler İslam’ın bir parçası ise, devlet idaresi de İslam’ın diğer bir parçasıdır; ayrılması mümkün değildir. Ayırırsanız din devletsiz, devlet de dinsiz olur! Bunu böyle bilmek, böyle olduğuna inanmak her müslümana farzdır. Şeriat’a saygı duyması, kanunlarını devlete hakim kılması imanının gereğidir. Hor görüp şeriat’ın kanunlarını devlet yönetiminden kaldırması, laiklik ve demokrasi gibi insan yapısı kanunları Allah yapısı kanunlara tercih etmesi, üstün görmesi, müslümanı dininden de imanından da çıkarıp kâfir yapar...
   İslam’da dinle devletin arası hiçbir zaman için ayrılmaz ve ayrılamaz; dünya da ahiret de dinin sahası içindedir; cami ile devlet dairesi arasında ayrılık yoktur; Halife hem devlet başkanı hem de minberde hatip, mihrapda imamdır...
 


İSLAM ANAYASASI
HAKKINDA TEKNİK
MALUMAT
 
   Şu noktayı da bilmemiz gereklidir ki, hazırlanan bu anayasa her ne kadar, beşer anayasalarının kat kat fevkinde ise de ve onlarla kıyas kabul etmeyecek derecede isabetli ise de, İslam dininin ve O’nun büyük Kitab’ı Kur’anı Kerim’in hakikat ve güzelliklerini, hikmet ve inceliklerini ifade etme, ifadede kelime bulma ve bu kelimeleri cümlede yerli yerine koyma ve nihayet maddeler halinde sıralama bakımından layık olduğu seviyenin aşağısındadır; eksiği ve noksanı vardır, metin ve muhtevasını özetleme ve kaideleştirme bakımından mükemmel olduğunu söyleyemeyiz. Anayasa demek bir bütünün özeti, sayısız meselelerin hülâsası demektir. İslam’ın cihanşümül müessesesini ve Onun Kitab’ı Kur’an-ı Kerim’i hülasa etmek, kaidelere bağlayarak yüz küsür maddeye sıkıştırmak zor bir iştir.
  
   Çünkü:
   Kur’an anayasası bir millete, bir asra, bir nesle ait bir anayasa değildir. Milletlere, asırlara ve nesillere hitab eden cihanşümül, zaman ve mekânşümül bir anayasadır.
   Böyle bir anayasayı öyle birkaç madde ile ifade etmek çok geniş ilim ister, uzun zaman ister, insan üstü bir çalışma ister. Nasıl ki, Kur’an tercemesi Kur’an hakkında bir fikir vermekle beraber onun bütün hikmet ve inceliklerini ifadeden aciz ise, bu da böyledir. Fakat, bütün bunlara rağmen güzellikte ve hikmette, insan ruhuna, insan tabiatına uymada beşer anayasaları ile asla kıyas kabul etmez bir üstünlüktedir...
   Anayasalar, mâlum olduğu üzere, başlıca üç bölümden ibarettir:
   Teşri, icra ve kaza.
   Teşri, kanun koyma hakimiyeti demektir. Bu hakimiyet Allahü Azimüşşan’a mahsustur. O’nun kanun koyma işine hiç kimse müdahale edemez; tebdil, tağyir ve ilga edemez. Anayasanın bu bölümünde her şey net ve kesindir.
   İcra ve kaza bölümlerine gelince: Bunları yürütme ve icra etme selahiyeti ve hakimiyeti insanoğluna verilmiştir. Yani Allah’ın gönderdiği ve indirdiği kanunları devlet yönetiminde ve mahkemelerde uygulama ve icra etme görevi insanlara verilmiştir. Fakat, bu husus bir usul ve bir metod meselesidir; icra organı nasıl teşekkül edecek, mahkemeler nasıl kurulacak, hakimler nasıl tayin edilecek ve saire gibi konulardır.
   İslam dini, anayasanın bu bölümlerine ait bir takım prensipler getirmiş ise de bunların teferruatını zamana, zamanın ihtiyacı ve icabına bırakmıştır ve Şurâ’ya havale etmiştir. Tatbikat da bunu göstermektedir. Mesela; Hulefa-i        Raşidin devrinde halifelerin, devletin başına getirilişi bey’at ve ekseriyet usulüyle olmuş, istihlaf usulüyle olmuş, Şura usulüyle olmuş...
   Devlet başkanının kararları, bazen Şurâ’daki ekalliyete, bazen ekseriyete iştirak etmiş, bazen de tek başına Halife’nin kararı olmuştur.
   Demek oluyor ki, gaye hakkın tecellisi ve ehil kimselerin iş başına getirilişidir. İslam bu hususları tek bir metoda, tek bir usule bağlayarak meseleyi dondurmamış, zamanın ihtiyaç ve icabına bırakmış ve Şurâ’ya havale etmiştir. Hikmete uygun olanı da bundan başkası değildir.
Bu anayasada devlet başkanının ve Şura meclisinin teşkilinde kaydettiğimiz usulün sebebi, yeni kurulacak bir İslam devletinin kuruluş keyfiyetidir. Mümkün usuller içinde daha uygun olduğu görüşüdür. Başka usuller de tatbik edilebilir, yeter ki, İslam ölçülerini zedelemesin!..
 
   İslami olmayan anayasaları tavsiye ve tercih edenlerin vay haline!..
 
   İslam dinini ve onun insan için geldiğini, aynı zamanda bir dünya nizamı ve evrensel bir kanun olduğunu, insan ruhuna ve tabiatına tıpatıp uyan Allah ahkâmı olduğunu ve nihayet Allah’ın ahkâm ve nizamına uymanın bir iman meselesi olup bütün müslümanlara farz olduğunu, uymayanların ise fasık, zalim ve kâfir olacağını geçen satır ve sayfalarda bütün açıklığı ile gördünüz.
   Şimdi bir müslüman düşünebilir misiniz ki, bütün bu gerçekleri, bu ayet ve hadis’leri reddetsin, Allah kanunlarını kaldırsın da insan yapısı anayasalar, kanunlar getirsin, onları tavsiye etsin, tercih etsin ve ona oy versin!.. İşte bunu bir müslüman, Allah ve Resulü’ne iman eden bir müslüman ne yapabilir, ne getirebilir, ne de oy verebilir... Dini de, imanı da, nikâhı da buna manidir. Bir müslüman, müslüman olarak bu cinayeti ve bu vebali işleyemez ve böyle bir duruma düşemez!..
 
   Düşerse ne olur?
 
   Bir müslüman böyle bir duruma düşerse, küfür ve kâfir anayasalarına oy verirse, hem millete hem de kendisine karşı zulmetmiş, cinayet işlemiş olur; dini de gider, imanı da gider, nikâhı da gider; fasık, zalim ve kâfir olur. Dinini de devletini de, dünya ve ahiretini de yıkmış olur. Ve aynı zamanda o oy verdiği laik düzenin anayasası yürürlükte kaldığı müddetçe memlekette ne kadar haram işlenirse (içki içilir, kumar oynanır, zina yapılır, kadınların başı açık olursa...), ne kadar dinî vecibeler (namaz ve cuma namazları terk edilir, oruçlar yenirse...), işte bütün bu günahların toplamı laik düzenin anayasasına oy verenlerin de günah defterlerine yazılır...
 
   Bütün bunlar bir tebliğdir:
 
   İşte müslüman olarak bizler bu tebliği yapıyor ve dünya müvacehesinde müslüman milletlere ve devletlerine ilan ediyoruz: İslam’dan sapmayın, kâfir olmayın!.. İslam anayasasından başkasını tanımayın, oy vermeyin!..
   Ve başta hocalar, vaiz ve müftüler olmak üzere, her müslüman bu tebliği yapacaktır. Yoksa melun olur; Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve bütün lanetçilerin laneti üzerine olur. İşte ayetler:
   ,,İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu, insanlara biz Kitap’ta beyan ettikten sonra, gizleyenler (var ya) şüphesiz Allah onlara lanet eder ve bütün lanet edenler de onlara lanet ederler.” (Bakara, 159 -Aynı surenin 160, 161, 174, 175 ve 176. ayetlerin mealine de bakmalı)
   Cenab-ı Hak cümlemize şuur, basiret ve feraset ihsan buyursun da hakkı hak bilip, hakka tabi olan, batılı batıl bilip, batıldan ictinab eden kullarından eylesin! (Amin!)
 
   NOT: Bu kitap bütün insanlara bir tebliğdir!
 






İSLAM ANAYASASI




Birinci Bölüm:
Genel Hükümler
 
 
    Madde: 1- Devletin ismi ,,İslam Devleti”dir.
    Madde: 2- Devletin idare şekli İslam’dır.
    Madde: 3- Devlet; siyasî, ictimaî, harsî, hukukî, iktisadî vesaire gibi temel yapılarında ve bütün müesseselerinde İslam dinini esas alır.
   Madde: 4- Hakimiyet kayıtsız ve şartsız Allah’ındır. Devlet reisi bu hakimiyeti, İslam kanunlarına göre ve Allah adına icra ve murakabe eder.
   Madde: 5- İslam akidesi devletin temelini teşkil eder. Şöyle ki, İslam inancını esas almayan hiçbir şey, devletin bünyesinde, teşkilatında, muhasebesinde vesair hususlarında muteber sayılamaz. (Aynı zamanda İslam akidesi, kanunların ve anayasanın temelini teşkil eder.)
    Madde: 6- İslam Devleti tebaasından olan herkes, şer’î haklardan faydalanır ve vecibelerden sorumludur.
    Madde: 7- Devlet icraatında, tebaa arasında bir ayırım yapamaz; ırk, renk, dil ve (bazı özelliklerin dışında) din gibi unsurlardan sarf-ı nazar ederek herkese aynı gözle bakar.
    Madde: 8- Devletin merkezi………….‘dır.
   Madde: 9- Devletin resmi dili…….‘dır, yazısı Kur’an yazısıdır. Arapça Kur’an ve sünnet’in dili olduğu için, bütün okullarda okutulması mecburidir.
    Madde: 10- Devlet icraatında Ehl-i Sünnet mezhebini esas alır ve İslam dini çerçevesi içinde bulunan bütün mezhepler, devletin kontrolünde eğitim, öğretim ve ibadetlerini kendi mezhep anlayışları içinde icra ederler.
    Madde: 11- Devletin tebaiyetini taşıyan müslim ve gayri müslim herkese İslam şeriat’ı, devlet tarafından aşağıdaki şekilde tatbik edilir:
   a) İslamî hükümlerin bütün müslümanlara tatbikinden hiçbir istisna kabul edilmez;
   b) Gayri müslimler, inanç ve ibadetlerinde tamamen serbesttirler;
   c) İslam’dan irtidad edenlere mürted hükümleri tatbik edilir;
   d) Gayri müslimler yeme ve giyinişlerinde şer’î hükümlerin izin verdiği nisbette kendi kendilerine muamele olunurlar;
   e) Evlenme ve boşanma işleri hususunda gayri müslimler kendi dinlerine göre hareket ederler; evlenme müslim ile gayri müslim arasında olursa İslam şeriat’ına göre muamele edilir;
   f) Sair muamelât, ceza, beyyine, iktisad ve idare nizamlarını cemiyet hayatına tatbik ederken devlet, müslim ve gayri müslim arasında tefrik yapmaz.
    Madde: 12- İslam davasını yüklenmek devletin asıl görevidir.
    Madde: 13- Şer’î hükümler için asıl kaynak; Kitab, sünnet, icma ve kıyas’tır. Bunlardan başkası şer’î hükümlere kaynak olamaz.
   Madde: 14- Beraet-i zimmet asıldır; bir kimse ancak mahkeme kararıyla tecziye edilir. Hiç kimseye asla işkence edilemez ve buna tevessül edenler ceza görürler.
   Madde: 15- Fiil ve hareketlerde aslolan şer’î hükümlere bağlanmaktır. Bu itibarla şer’î hükmü bilinmedikçe bir iş yapılamaz. Muharrim delil (haram kılan) bulunmadıkça eşyada aslolan mübahlıktır.
    Madde: 16- Kendilerinde aşağıdaki iki husus bulunduğu zaman, haram neticeye götüren bütün vasıtalar da haramdır:
   a) Kati olarak ve daimi surette harama götürücü olması;
   b) Şeriat’ın, netice olan o fiili haram kılmış olması


İkinci Bölüm:
Temel Hak ve Hürriyetler
 
   Madde: 17- Devlet, herhangi bir şahsa, bir zümreye veya bir sınıfa, herhangi bir hususta imtiyaz hakkı veremez; ırk, renk, dil ve din farkı gözetmeksizin her tebaanın hukukunu korur ve gözetir.
   Madde: 18- Herkes şahsına ait vazgeçilmez haklara ve hürriyete sahiptir.
   Madde: 19- Her müslüman, İslam’ın müslümanlara tanıdığı tüm hak ve selahiyetlerden faydalanır ve tüm vazifelerle mükelleftir.
   Madde: 20- Bütün tebaa, İslam şeriat’ının kendilerine bahşettiği can, mal, namus himayesi; fikir, vicdan, ibadet, seyahat, toplanma, teşebbüs, çalışma hürriyeti; ictimai kuruluş ve müesseselerden faydalanma, öğretim ve eğitim ve yükselmede fırsat eşitliği gibi bütün haklardan kanunlar çerçevesinde istifade ederler.
   Madde: 21- Şeriat’ın cevaz vermediği şekilde, hiç bir kişinin elinden bu haklar alınamaz, kısıtlanamaz ve kanunsuz olarak ceza verilemez.
   Madde: 22- Gayrî müslim tebaa ile yapılan bütün anlaşma ve bağlantılara riayet etmek devletin görevidir.
   Madde: 23- Basın ve yayın, kanun çerçevesi içinde kalmak kaydıyle serbesttir.
   Madde: 24-Kanun huzurunda bütün vatandaşlar eşittir.
   Madde: 25- Herkes şahsiyet, ehliyet ve kabiliyetine göre devlet memuru olma hakkına sahiptir.
   Madde: 26- Herkes mesken masuniyetine sahiptir; kanunun tayin ettiği durumlar dışında kimsenin mesken ve menziline girilemez.
   Madde: 27- Vatandaşlar, ferd veya toplu halde gerek kendi şahıslarıyla ve gerekse umumî meselelerle ilgili olarak gerekli mercilere ve şura meclisine dilekçe verme ve şikâyette bulunma hakkına sahiptir.



Üçüncü Bölüm:
İctimaî Hükümler
 
   Madde: 28- İslam toplumunun temeli ailedir. Devlet ailenin teşkilini kolaylaştırıcı, kudsiyetini koruyucu ve aile münasebetlerini muhafaza edici tedbirleri almakla mükelleftir.
   Madde: 29- İslam Devleti, bütün müslümanları kardeş bilir ve bir ümmet olarak kabul eder. Genel siyasetini; İslam milletlerinin dostluk, birlik ve beraberlik esasına göre düzenler. İslam dünyasının siyasî, iktisadî, askerî ve harsî birliğinin tahakkuku için devamlı bir gayret gösterir.
   Madde: 30- Ülkenin birlik ve bütünlüğünü, ülkesi ve milleti ile bölünmezliğini, bağımsızlığını korumak devletin ve tüm vatandaşların görevidir.
   Madde: 31- Askerlik müslüman tebea için hem bir hak hem de bir vazifedir. Dahilde asayişi sağlamak, harice karşı sınırları korumak, devletin emniyet ve askerî kuvvetleri marifetiyle temin edilir. Her vatandaş bu meşru kuvvetlere yardımcı olmakla mükelleftir.
   Madde: 32- Eğitim ve öğretim parasızdır. Eğitim ve öğretim, İslam’ın kültür ve tarihine, örf ve ananesine, inanç ve ibadetine, hukuk ve ahlakına uygun bir şekilde icra edilir. Ahlaklı, faziletli, bilgili, üstün seciyeli, çalışkan ve İslam mefküresine sahip nesiller yetiştirmek devletin temel görevlerindendir.
   Madde: 33- Devlet vatandaşların ictimaî, harsî, maddî ve manevî gelişmesini sağlamak için gerekli tedbirleri alır ve lüzumlu müesseseleri kurar.
   Madde: 34- İslam Devleti adil, mazlumları koruyan ve İslam menbaından ilhamını alan ictimaî bir hukuk devletidir.
   Madde: 35- Devlet her türlü zulmetmeyi, zulmolunmayı ve bir yabancı hakimiyet altına girmeyi reddeder.
   Madde: 36- Devlet iman ve takva esasına dayanarak, ahlakî faziletlerin gelişmesine uygun bir ortam hazırlar ve her türlü fesad, tecavüz ve anarşi ile mücadele eder.
   Madde: 37- İslam Devleti ve müslümanlar, gayri müslim tebaaya karşı İslam ahlaki, İslam adaleti ve sadakati ile muamele ve münasebette bulunur ve insani haklarına riayet eder.
   Madde: 38- İslam Devleti’nin tarih başlangıcı, İslam’ın Peygamber’i Hz. Muhammed’in (s.a.v) hicretidir. Hicrî kamerî de ve hicrî şemsî de takvimde muteberdir. Ancak devlet dairelerinin çalışması hicrî şemsî takvimine göredir.
   Madde: 39- Haftalık resmi tatil Cuma günüdür. Senede Ramazan Bayramı iki gün, Kurban Bayramı üç gün olarak tatil edilir.


Dördüncü Bölüm:
Aile Nizamı
 
    Madde: 40- Kadında aslolan anne ve evin terbiyecisi olmaktır; kadın, korunması gereken bir emanet ve bir namustur.
   Madde: 41- Aslolan kadınların erkeklerden ayrılmasıdır; alış-veriş gibi şeriat’ın cevaz verdiği ihtiyaçlar veya hac gibi kendisi için müsaade edilmiş bulunan toplantılar haricinde kadınlar erkeklerle toplanamazlar.
   Madde: 42- Erkeklere verilen haklar kadınlara da verilir. Ancak, şeriat’ın kadına veya erkeğe şer’3i delillerle tahsis ettiği haklar müstesnadır. Kadın da ticaret, ziraat, sanat işlerine karışmak, muamelât ve akitlerde bulunmak hakkına sahiptir. Kendi başına veya başkasıyla müştereken malını çoğaltabilir.
   Madde: 43- Kadın ve erkeğin ahlakına zararlı, cemiyeti ifsad edici her türlü işi yapmaktan kadın men edilir.
   Madde: 44- Erkek, ev haricindeki işleri yürütür, kadın da gücü yettiği kadar ev içindeki işleri yürütür.
   Madde: 45- Diğer karı-koca münasebetleri İslam hukukuna


Beşinci Bölüm:
İktisadi Nizam
 
    Madde: 46- İktisad meseleleri, cemiyetin ihtiyaçlarını giderme yönünden bakıldığı zaman cemiyetin istikbale mâtuf durumlarını nazar-ı itibare almalıdır. İhtiyaçları karşılamak için de cemiyetin hali hazırdaki durumu esas alınmalıdır.
   Madde: 47- Mal ve mülk yalnız Allah’ındır. Allah insanı yerine vekil bırakmış ve bu suretle insanın mülkiyet hakkı olmuştur. Bu itibarla mal ve mülk edinme iznini veren de Allah’tır. Ve bu özel izinle insanın mülkiyet hakkı meydana gelmiştir.
   Madde: 48- Devlet ferd ferd herkese temel ihtiyaçlarını karşılama teminatı verir ve yine her ferde temel ihtiyaçlarının ötesinde mümkün mertebe daha yüksek bir seviyede ihtiyaçlarını karşılama imkânlarını hazırlar.
   Madde: 49- Cemiyetin iktisadî istiklâlini temin etmek, fakirlik ve mahrumiyeti kaldırmak, insanın ictimaî ihtiyaçlarını karşılamak için, İslam Devleti, iktisadiyatını aşağıdaki esaslara dayandırır:
   a) Temel ihtiyaçların karşılanması: Mesken, yiyecek, giyecek, sağlık, tedavi, öğretim ve eğitim ve herkese aile yuvası kurması için gerekli imkanları sağlar;
   b) Tam istihdam sağlamak amacıyla herkese iş şartları ve imkanları hazırlamak, iş yapabilecek durumda olup da mesai için gerekli vasıta imkanları olmayanlara bu imkanları yardımlaşmak suretiyle temin eder. Bu yardımlaşma faizsiz borç vermek veya diğer meşru şekilde olmalıdır;
   c) Devlet, cemiyete zararlı olacağı takdirde servetin belli şahıslarda veya belli grupların elinde toplanmasına ne müsaade etmeli, ne de devlet, cemiyetin zararına kendisi büyük bir işveren durumuna gelmemelidir;
   d) Ülkenin iktisadî planlamasını, çalışma şeklini, muhtevasını ve çalışma saatlerini, her ferdin çalışması yanında manevî, iktisadî, siyasî, ülkenin idaresine faal katılma, kabiliyeti artırma ve yeni teşebbüslerde bulunma gibi, kendi kendini yetiştirecek, gücü ve fırsatı bulabilecek bir şekilde hazırlamalıdır;
   e) Meslek seçme hürriyetine riayet etmek, fertleri muayyen işlere zorlamamak ve başkalarının çalışmalarından haksız yere faydalanmamayı öğretmelidir;
   f) Başkalarına zarar vermeyi, işi kendi inhisarına almayı, ihtikârı, faizi, batıl ve haram olan diğer alış-verişi ve kumarın her çeşidini yasaklar;
   g) İktisada bağlı bütün işlerde; ister tüketimde olsun, ister yatırım, üretim, dağıtım ve amme hizmetlerinde olsun, her nevi israfı ve gereksiz harcamaları men eder;
   h) İlim ve teknolojiden istifade ederek, memleketin gelişmesi ve ilerlemesi için, ihtiyaç nisbetinde kabiliyet sahibi eleman yetiştirir;
   ı) Yabancı sermayenin ülke ekonomisine hakim olmasına mani olur;
   j) Umumi ihtiyaçlarını temin edecek, ülkeyi kendi kendine yetecek bir merhaleye ulaştıracak ve dışa bağımlılıktan kurtaracak bir şekilde ziraatın, hayvancılığın ve ağır sanayi de dahil bütün sanayinin gelişmesini hızlandırır.
   Madde: 50- İslam Devleti iktisad nizamı; devlet sektörü, yardımlaşma kurumları ve özel sektör olmak üzere, iyi ve doğru planlanmış üç temel kesime dayanır:
   a) Devlet sektörü; özel sektörün yapamadığı ağır sanayi tesisleri, sanayi altyapı tesisleri, dış ticaret, büyük madenler, bankacılık, enerji üretimi, baraj ve büyük su şebekeleri, radyo ve televizyon, posta-telgraf ve telefon, havayolları, deniz yolları ve bunlara benzer amme mülkiyeti şeklinde ve devletin elinde ve denetimindeki kuruluşlardır.
   b)Yardımlaşma kurumları ve benzerleri; şehir ve köylerde, İslam esaslarına uygun olarak kurulan üretim ve dağıtım yardımlaşma müessese ve kuruluşları içine alır.
   c) Özel sektör; devlet sektörü ve yardımlaşma kurumlarının iktisadi faaliyetlerini tamamlayan ziraat,   hayvancılık, sanayi, ticaret ve genel hizmetler gibi faaliyet alanlarını kaplar.  Bu üç teşebbüste mülkiyet hakkı; bu faslın diğer maddelerine uygun olduğu, İslam kanunlarının çerçevesi dışına çıkmadığı, ülkenin iktisadi gelişmesine ve yaygınlaşmasına katkısı bulunduğu ve toplumun zarar ve ziyanına sebep olmadığı sürece İslam Devleti’nin kanunlarının himayesindedir. Bu üç kesimin tabi olacağı esaslar ve usullerin sınırları ve şartları kanunla düzenlenir.
   Madde: 51- Ganimet malları ve mevat (ölü arazi) veya terkedilen araziler, madenler, denizler, göller, nehirler vesair umumî sular, dağlar, dereler, ormanlar, sazlıklar, tabii korular, meskün mahaller çevresinde olmayan meralar, mirasçısı bulunmayan terekeler, sahibi belli olmayan mallar ve gasiplerden geri alınan kamu malları gibi servetleri, toplum yararına uygun olarak kullanma yetkisi İslam hükümetinindir. Her birinden faydalanmanın tarzını kanun tayin eder.
   Madde: 52- Herkes meşru kazanç ve çalışmasından elde ettiğinin malikidir. Hiç kimse kazancına ve çalışmasına malik olmak bahanesiyle başkasını kazanç ve çalışmasından mahrum edemez.
   Madde: 53- Meşru yollardan elde edilen şahsi mülkiyet muhteremdir. Bu husustaki usul ve esaslar kanunla düzenlenir.
   Madde: 54- Devlet faiz, gasb, rüşvet, ihtilas, hırsızlık, kumar, vakıf mallarından haksız yararlanmak, resmi ihalelerde ve işlerde çıkar sağlamak, mevat araziyi ve amme mallarını satmak, fesad yerleri açmak ve benzeri gayri meşru yollardan sağlanan kazançları alıp hak sahibine iade etmekle, sahibi bilinmemesi halinde Beyt’ül Mal’e vermekle vazifelidir.
   Madde: 55- Bugünkü ve gelecekteki nesillerin sağlığını tehdit edecek çevrenin kirlenmesini veya tahribini, telafisi mümkün olmayacak bir şekilde beraberinde getirecek olan iktisadi ve sair faaliyetler yasaktır.
   Madde: 56- Devlet, vergi usulünü kanunla tesbit eder. Vergi muafiyeti, vergi bağlama ve vergi indirim hakları kanunla düzenlenir.
   Devletin yıllık genel bütçesi, kanunda belirtilecek şekilde hükümet tarafından hazırlanır ve gerekli inceleme ve tasdiki için Şura Meclisi’ne sunulur. Bütçe rakamlarında yapılacak hertürlü değişiklik de kanunda belirtilmiş usullere göre yapılır.
   Madde: 57- Devletin bütün gelirleri, genel hazine hesaplarında toplanır ve bütün ödemeler, kabul edilmiş tahsisatlar çerçevesinde kanun mucibince yapılır.
   Madde: 58- Devlet Divan-ı Muhasebat’ı, doğrudan doğruya Şurâ Meclisi’nin murakabesi altındadır.
   Madde: 59- Divan-ı Muhasebat; bakanlıkların, devlet şirketlerinin, müesseselerinin ve her ne şekilde olursa olsun, devlet genel bütçesinden istifade eden tüm kuruluşların bütün hesaplarını, kanunun kararlaştırdığı usul ile denetler ve kontrol eder.
   ,,Divan-ı Muhasebat” kanun mucibince ilgili senet, belge ve hesapları her yılın bütçesinin kesin hesap raporunu, görüşlerini de ilave etmek suretiyle Şurâ Meclisi’ne teslim eder. Ve bu raporun ammenin mâlumatına sunulması gerekir.
 


Altıncı Bölüm:
Vergi
 
   Madde: 6O- Zekât müslümanlardan tahsil olunur. Zekât; Şeriat’ın alınmasını tayin ettiği nakid, ticaret eşyası, hayvanat ve hububat gibi mallardan alınır.
   Madde: 61- Zimmîlerin tahammül edebilecek baliğ erkeklerinden cizye tahsil edilir; kadınlarından, çocuklarından ve malullerinden alınmaz.
   Madde: 62- Tahammülünce haraç arazisinden haraç alınır, uşri araziden ise bilfiil yetişen mahsulün zekâtı tahsil olunur.
   Madde: 63- Müslümanlardan, hazine masraflarını kapatmak için şeriat’ın caiz gördüğü vergiler alınır. Bu vergi de ancak, örfen mal sahibine bırakılması icab eden ihtiyaçlardan fazla olarak bulunan kısımdan alınmalı ve vergilerin devlet ihtiyaçlarını kapama keyfiyetine riayet edilmelidir. Gayri müslimlerden ne suretle olursa olsun vergi alınmaz. Kendilerinden cizye, arazilerinden haraç alınır.
   Madde: 64- Şeriat’ın, ümmete yapılmasını vacib kıldığı işleri başarmak için, hazinede mal yoksa, vücub ümmete intikal eder ve bu itibarla yapılması gereken işleri imkan dahiline sokmak devletin hakkıdır.
   Madde: 65- Daimi hazine gelirleri: Kâfirlerden harpsiz elde edilen bütün ganimetler, cizye, haraç, öşür, definelerin beşde biri ve zekâttır. İhtiyaç olsun veya olmasın, bu mallar devamlı olarak alınır.
   Madde: 66- İslam Devleti, hazineye gelir olarak müslümanlardan da vergi tahsil edebilir ve bu aşağıdaki sebepler muvacehesinde olur:
   a) Fakirlere, yoksullara ve yolculara yardım ve cihad farizesini eda ve hazine üzerine terettüp eden sarfiyatı kapatmak için;
   b) Bedel olarak hazine tarafından ödenmesi icab eden masrafların kapanması, memurun maaşı, ordu masrafları için;
   c) Zaruret halinde hazine üzerine terettüp eden giderleri kapamak için, zelzele, tufan gibi hadiselerin tebaya arız olması gibi.
   Madde: 67- Varisi bulunmayanlardan kalan mallar, devlet ve amme mülkiyetinden üreyen mallar, hazine gelirlerindendir.
   Madde: 68- Hazine masrafları şu bölümlere ayrılır:
   a) Zekâta müstehak olan sekiz sınıfa; zekât bölümünden sarfedilir;
   b) Zekât bölümünde mal bulunmadığı takdirde fakirlere, yoksullara, yolculara, cihada ve borçlulara hazine daimi gelirlerinden ödenir, burada da yoksa borç alınır veya vergi tarh edilir;
   c) İdareciler, askerler ve memurlar gibi devlet hizmetini ifa edenlere hazineden para ödenir. Hazinede para yoksa veya kafi gelmiyorsa bu giderleri karşılamak için vergi tahsil edilir. Acil ise, derhal ödünç alınır;
   d) Yol, mektep, cami, hastahaneler, sanayi kuruluşları ve diğer yatırımlar gibi umumun maslahatı ve fertlerin faydalanması için tesis edilen bu yerlerin inşası veya ihtiyaçları hazine tarafından karşılanır.
   e) Zelzele ve tufan gibi arızî olan felaketler için hazineden sarfiyat yapılır, mal yoksa hemen bunlar için ödünç para alınır; sonra toplanan vergilerden bu borçlar ödenir.
   Madde: 69- İşçi ile işveren arasındaki ilişki ve sözleşmeler İslam kanunlarına göre adil bir şekilde düzenlenir. İşverenle işçi arasında ihtitaf olursa emsaline göre ücret takdir edilir. Fakat ücretten başka bir husus için ihtilafa düşerlerse şer’î hükümler dairesinde sözleşmeye göre karar verilir.
   Ferd ve şirket nezdinde görevli olanlar bütün hak ve vecibelerde devlet memurları gibidirler.
   Madde: 70- Devlet tebaasından olan herkes için iş bulmayı garanti eder.
   Madde: 71- Kimsesi bulunmayan, işsiz ve malsız şahısların nafakasını devlet garanti eder; aceze ve malullerin barındırılmasını devlet üzerine alır.
   Madde: 72- Devlet, tebaa arasında malın tedavül etmesine çalışır ve malın muayyen bir zümre arasında tedavülüne mani olur.
   Madde: 73-Devlet tebaadan olan her ferde tali ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkanı vermeyi ve toplumda muvazene teminini aşağıdaki şekilde hal eder:
   a) Devletin hazinede sahip olduğu menkul veya gayri menkul mallar ile kâfirlerden harpsiz elde edilen ganimetleri ve bunlara benzer şeyleri verir;
   b) Kafi derecede arazisi bulunmayanlara, verimli olan devlet arazisinden verir; ziraat gücü olmayanlara imkânlar sağlar;
   c) Zekâttan, kâfirlerden harpsiz elde edilen ganimet mallarından ve benzerlerinden, borçlarını vermekten aciz olanların borçlarını öder.
   Madde: 74- Arazi gelirini, en üst seviyeye getirmeye mâtuf olarak arazi politikası gereğince devlet, ziraat işlerini ve zirai mahsülleri kontrol eder.
   Madde: 75- Her türlü hayatî olaylara tealluk eden ilmi labaratuvarlar inşa etmek bütün tebaanın hakkıdır, devletin de vazifesidir.
   Madde: 76- Devlet ve fertler şeriat’ın haram kıldığı, ümmete ve devlete kati surette zarar veren maddeleri imal eden labaratuvarlar açamazlar ve imal edemezler.
   Madde: 77- Bütün sağlık hizmetlerini devlet, herkes için meccanen yapar. Fakat ücretle doktor tutmak ve ilaç satmaktan kimse men edilemez.
   Madde: 78- Herhangi bir yabancı gayri müslime imtiyaz verilmediği gibi, memlekette yabancı malların çalıştırılıp istismarına da engel olur.
   Madde: 79- Devlet hususi para çıkarır ve bu para hiçbir yabancı paraya bağlanamaz.
   Madde: 80- Devletin parası sikkeli veya sikkesiz altın ile gümüştür. Bunlardan başka nakit olamaz. Hazinede altın veya gümüşten karşılığı olmak şartıyla, bunlara bedel olarak devletin başka birşey çıkarması caizdir. Devlet bakır, bronz, kağıt ve bunlardan başka para çıkarabilir; bunlar arasında altın ve gümüşe eşit değerde olanlar varsa, bu maddeleri nakit olarak da basabilir.
   Madde: 81- Kati olarak banka açmak yasaktır. Ancak, devlet bankası olur ve faiz ile muamele yapamaz. Hazine dairelerinden bir daire gibi çalışır; şeriat ahkâmına göre ikraz yapar, malî ve nakdî muamelâtı kolaylaştırır.
   Madde: 82- Kendi parası arasında mübadele caiz Olduğu gibi, devlet parası ile diğer devletlerin parasını değiştirmek de aynı şekilde caizdir. Ve bu husus İslam’ın sarf


Yedinci Bölüm:
Talim ve Terbiye Siyaseti
 
   Madde: 83-Talim ve terbiyede takip edilecek programın esası İslam akidesi olması icab eder. Derslerin muhtevası ve tedrisin usulü de bu esaslardan ayrılamaz.
   Madde: 84- Öğretim siyaseti: İslamî zihniyet ve İslamî ruhu tesis etmekten ibarettir; bütün öğretimin muhtevası bu siyaset temeli üzerinde bulunur.
   Madde: 85- Öğretimden maksat, fertde İslamî şahsiyeti teşkil etmek ve hayat hadiselerine tealluk eden ilim ve irfan ile insanları yetiştirmektir. Öğretim metodları, bu gayeyi tahahkuk ettirecek şekilde kurulur. Ve bu gaye hilafına sevk eden her metod men edilir.
   Madde: 86- Harsî bilgiler, İslamî hüküm ve fikirlere aykırı olmayacak şekilde tedris edilir.
   Madde: 87- Bütün öğretim kademelerinde İslam harsı öğretilir. Yüksek tahsilde ise; tıp, mühendislik, fizikî ilimler ve bunlara benzer bilgiler için hususî bölümler ayrılacağı gibi, çeşitli İslamî bilgiler için de ayrı ayrı bölümler tahsis edilir.
   Madde: 88- Ticaret, ziraat, denizcilik gibi fen ve sanatlar da tedris edilecek ilimlere tabidirler.
   Madde: 89- Öğretimde program tek olur. Devlet programından başka bir programa müsaade edilmez.
   Madde:  90- Ülkede İslam kültürü tam manasıyla tahakkuk edinceye kadar özel okullara müsaade ediimez.
   Madde: 91- Hayat sahasında insana öğrenmesi lazım gelen şeylerin erkek-kadın herkes için ilk ve orta merhalede öğretilmesinin temin edilmesi devlete farzdır. Devlet bunu meccanen yapar.
   Madde: 92- Öğrenciler mürahık yaşa geldiler mi, erkek-kız okulları birbirinden ayırt edilir ve kız öğrencilere kadın öğretmen ders verir.
   Madde: 93-Devlet, üniversite ve mekteplerin haricinde, kütüphaneler, labaratuvarlar ve diğer bilgi vasıtaları da hazırlarki, Fıkıh, UsuI-i Fıkıh, Hadis, UsuI-i Hadis, Tefsir, tıp, mühendislik, kimya ve keşiften ibaret muhtelif kollardaki araştırmaları devam ettirmek isteyenler imkânlar kazanmış olsun da ümmet içinde birçok mucid, kâşif ve allameler yetişmiş olsun.
   Madde: 94- Tebeadan her ferd, siyasi ve gayri siyasi istediği gazete, mecmua ve kitabı hiçbir ruhsata tabi olmaksızın ve İslamî ölçüler içinde kalmak kaydıyla çıkarabilir. Devletin üzerindeki esası yıkmaya mâtuf her türlü yazıyı tab ve neşredenler cezalandırılır.
   Madde: 95- Devlet cehaletle savaşır ve tahsil görmemiş olanları da tenvire çalışır.


Sekizinci Bölüm:
Harici Siyaset
 
   Madde: 96- Siyaset, ümmetin iç ve dışişlerini gözetmek ve yürütmektir. Bu da devlet ile ümmet tarafından yapılır; devlet bu işi bilfiil yapar, ümmet ise devletin bu davranışını murakabe ve muhasebe eder.
   Madde: 97- Herhangi bir ferdin, fırka, cemiyet, teşekkül veya topluluğun hiçbir şekilde yabancı herhangi bir devletle alakası olamaz. Devletlerle münasebet yalnız devlete aittir.
   Madde: 98-Gaye, gayri meşru bir vasıtayi meşru kılamaz; haram yolu ile vacip veya mübaha erişilemez. Siyasi vesile siyasi tutuma zıd olamaz.
   Madde: 99- Harici siyasette, siyasi manevralar zaruridir. Siyasi manevralardaki kuvvet, hareketleri açıklamak ve hedefleri gizlemekte toplanır.
   Madde: 100- Devletlerin cürüm ve mefsedetlerini keşfetmek, kaypak siyasetlerinin tehlikesini açığa çıkarmak, kötü ve gizli tertip ve entrikalari açıklamak ve sapıtıcı şahsiyetleri düşürmekte cesaret göstermek, en ehemmiyetli siyasi düstur ve üsluplardandır.
   Madde: 101- İslam fikriyatının büyüklüğüne riayet etmeleri; fert, ümmet ve devletin işlerini başarma hususunda metodların en mükemmeli kabul edilmelidir.
   Madde: 102- Ümmetin siyasi meselesi: İslam Devleti’nin şahsiyetinin kuvvetinde, devletin İslamî hükümleri güzel birşekilde tatbikinde ve devamlı olarak âleme yaymasında temessül eden İslam’dır.
   Madde: 103- İslam haricî siyasetin etrafında dolaştığı bir mihverdir ve devletin bütün devletlerle olan alakası İslam esasına göre kurulur.
   Madde: 104- Devletin, âlemde mevcud diğer devletlerle olan alakası şu dört esas üzere kaimdir:
   a) İslam âlemindeki mevcut devletler, bir memleket gibi addedilir, harici münasebetler zımnına girmez ve onlarla olan alaka haricî siyasetten addedilmez; hepsini bir devlet halinde birleştirmek için çalışılır. Memleketleri Dar-i İslam ise tebeaları ecnebi sayılmaz. Hatta onların her ferdi de asıl tebeanın haklarına sahiptir;
   b) Kendileriyle aramızda ticarî, iyi komşuluk veya teknik ve ekonomik işbirliği anlaşması bulunan devletlerle, anlaşma hükümlerine göre muamele edilir. Anlaşmalarda sarahat varsa, pasaportlara lüzum kalmadan yabancı tebeanın hüviyetle memlekete girmeye hakkı vardır. Fakat bu işin karşılıklı olması şarttır. Onlarla ekonomik ve ticarî alakalar, mahdut ve muayyen ve onların kuvvetlenmesine sebep olmayacak şekilde zarurî olmayan şeylerden olması lazımdır;
   c) Kendileriyle anlaşma bulunmayan devletler, müstemlekeci devletlerle, memleketimize göz diken devletler, hükmen muharib devletlerden sayılır. Onlara karşı her türlü ihtiyat tedbirleri alınır. Onlarla herhangi diplomatik münasebet kurulmaz. Bu gibi devletlere mensup olan tebea, memlekete her fert için bir pasaport ve her sefer için vize ettirmek suretiyle gelebilir;
   d) Fiilen muharib olan devletler ile bütün muamelatta harb halini eaas tutmak icab eder. Onların bütün tebea efradı memlekete girmekten men edilir. Müslüman olmayanlarının da mal ve canları helaldır.
   Madde: 105- Askerî ve bu cinsten olan muahedeler ve buna tabi olan üs ve hava meydanları icar ittifakları ve siyasî muahedeler kati olarak memnudur. Ancak iyi komşuluk, iktisadî, ticarî, malî ve teknik anlaşmalar ve mutareke muahedeleri yapmak caizdir.
   Madde: 106- Memleketimize göz dikmeyen, fiilen müstemlekeci olmayan ve bizimle bilfiil savaş halinde bulunmayan devletlere - seyahat ve selahiyetleri tahdit edilmek, siyasî ve kültürel faaliyetleri men edilmek suretiyle - memleketimizde elçilik açmalarına müsaade edilir.
   Madde: 107- İslam davasının menfaati icabı, İslam Devleti, fiilen muharib olmayan yabancı devletlerde elçilikler kurar. İslam davasını yaymak ve İslam lehinde tebliğde bulunmak bu elçiliklerin başlıca görevlerindendir.
   Madde: 108- Devletin İslam esası üzerine olmayan veya İslam hukukundan başka bir hukuku tatbik eden kurumlara iştirak etmesi caiz değildir; Birleşmiş Milletler Heyeti, Devletler Adalet  Mahkemesi, Devletler Para Fonu gibi.


Dokuzuncu Bölüm:
Devlet Organları
Devlet Başkanlığı
 
   Madde: 109- Devletin başında devlet reisi bulunur. Devlet reisine ,,İMAM, HALİFE ve EMİRÜL-MÜ’MİNİN” gibi ünvanlar da verilebilir.
   Madde: 110- Devlet reisinin erkek, müslüman, hür, baliğ, ümmetin veya mümessillerinin dindarlık, ehliyet, adalet ve akl-i selimine güvenerek seçtiği ve tüm ümmetin bey’at ettiği bir kimse olması esastır.
   Madde: 111- Devlet işlerini yürütmekten asıl sorumlu olan devlet reisidir.
   Madde: 112- Allah’ın hakimiyetini devam ettirmek, teşri, kaza ve icra organlarının vazifesidir. Ve bu hakimiyeti devlet reisi, Allah namına icra ve kontrol eder.
   Madde: 113- Devlet reisi icraatında Ehl-i Sünnet’i esas alır.
   Madde: 114- Devlet reisi; işleri yürütürken keyfilik ve istibdat yolunu tutamaz. Devlet işlerini Şura usulüne göre yürütür.
   Madde: 115- Devlet reisini seçme hakkına sahip olanlar, gerektiğinde, mahkeme kararı ile onu azletme yetkisine de sahiptirler.
   Madde: 116- Devlet reisi, medeni haklar bakımından diğer müslümanlar gibidir; Kanunun hakimiyeti dışında kalamaz.
   Madde: 117- Devlet reisi icra organının başıdır. içte ve dışta devletin birlik ve bütünlüğünü korur ve dışa karşı devleti temsil eder. Muavinleri, bakanları, valileri, kumandanları, hakimleri tayin eder.
   Madde: 118- Teşri, icra ve kaza organları arasındaki ahengi sağlamak devlet reisinin görevidir.
   Madde: 119- Devlet reisi, devletin bütün selahiyetlerine sahiptir. Şöyle ki:
   a) Şeriat’ın müttefikun-aleyh olan şer’î hükümleri ve muhtelefün-fih olanlar arasından ittihaz ettiği şer’î hükümleri yürürlüğe koyar ve bu hükümler, itaat edilmesi lazım gelen kanunlar olur ve bunlara muhalefet caiz olmaz;
   b) Dahili ve haricî siyasetinin her ikisinden de mesuldür; orduya kumanda eder, harp ilan etmek hakkına sahiptir; mütareke ve sulh akdeder. Andlaşma ve diğer müahedeleri yapar;
   c) Yabancı sefirleri kabul veya reddetmek onun selahiyetindedir;
   d) Devlet reisinin bulunmadığı veya hasta olduğu zaman bu görevi başmuavin, Şura Meclisi Başkanı ve Devlet Yüksek Divanı Başkanı’ndan mürekkep ,,Devlet Reisliği Geçici Şurası” adıyla bir Şurâ yürütür. Bu Şurâ’nın başkanı Şurâ Meclisi başkanıdır.
   Madde: 120- Devlet reisinin tebea işlerini gözetmek bakımından, kendi ictihad ve görüşü dahilinde mutlak selahiyeti vardır. Şu kadar var ki, umumî menfaaat gayesiyle şer’î herhangi bir hükme muhalefet edecek olursa bu caiz olmaz.
   Madde: 121- Devlet reisi için muayyen bir müddet yoktur; devlet işlerini tedvire kadir ve şeriat ahkâmını koruyup infaz ettiği müddetçe, kendisini devlet reisliğinden çıkaracak bir değişiklik olmadıkça devlet reisi olarak kalır. Aksi halde ya kendisi ayrılır, ya da azledilir.
   Madde: 122- Devlet reisinin devlet reisliğinden çıkmasına sebep olan şeyler şunlardır:
   a) Devlet reisinin inikad şartları bozulursa; irtidat, açık bir fısk, delilik veya buna benzer arızalar gibi;
   b) Hangi sebepten olursa olsun, devlet riyaset işlerini yürütmekten aciz olmak;
   c) Müslümanların işlerini şeriat’a uygun olarak idare etmekten aciz kalan bir tasallut. Bu da iki şekilde olur:
   Birinci şekil: Etrafından bir veya birkaç kişi, kendisine musallat olarak, işlerin tenfizinde müstebid harekette bulunmaları; eğer bunların tasallutundan kurtulmak ümidi varsa, muayyen bir müddet uyarılır. Buna rağmen, onların tasallutlarını kaldırmazsa azledilir;
   İkinci şekil: Ya bilfiil esir olmak veya tesiri altına girmek suretiyle galip bir düşmanın eline esir düşmek. Bu halde bakılır: Eğer kurtulması ümit ediliyorsa, kurtuluşundan ümit kesilinceye kadar mühlet verilir ve ümit kesilince azledilir. Şayet kurtuluşu umulmuyorsa derhal azledilir.
   Madde: 123- Devlet reisinin kendisini riyasetten çıkaracak kadar değişip değişmediği hususundaki kararı ,,Divan-ı Ali Mahkemesi” verir.


 
Onuncu Bölüm:
Devlet Reisinin Seçimi
 
   Madde: 124-Yukarıdaki vasıflara sahip olanlardan devlet reisliğine aday olanlar veya aday gösterilenler seçimler başlamadan önce adaylıklarını kabul ettiklerini resmen bildirmeleri gerekir.
   Madde: 125- Devlet reisinin seçiminin nasıl yapılacağı kanunla düzenlenir.
   Madde: 126- Müracaat edenler arasından elyak olanlat birkaç kişi oldukları takdirde, ancak ilgili makamca tesbit ve kabul edildikten sonra, ümmetin (bey’atine) sunulur.
   Madde: 127- Oyların mutlak çoğunluğu kafi gelir. İlk turda hiçbirisi ekseriyeti alamazsa bir hafta sonraki Cuma günü ilk turda en çok oy almış olan iki aday seçime katılır En çok rey alan devlet reisi seçilmiş olur.
   Madde: 128- Devlet reisinin seçimlerine nezaret etme Anayasayı


Onbirinci Bölüm:
Şura Meclisi
- Ehl-i Hall vel-Akd -
 
   Madde: 129- Reylerinde bütün müslümanları temsil eden, devlet reisinin başvuracağı şahıslardan teşekkül eden meclise Şura denir. Şura Meclisi’nin bir ismi de Ehli Hall vel-Akd’dir.
   Madde: 130- Şurâ Meclisi: Gizli oyla veya meşru başka bir usulle seçilen millet temsilcilerinden kurulur. Seçenler ve seçilenlerde aranacak vasıflar ve şartlar seçim usulleri kanunlarıyla tanzim edilir.
   Madde: 131- Şura Meclisi üyelerinin seçim usulü:
   Seçim işi köyden başlar; her köydeki ve ilçe merkezindeki cami cemaati kendi içlerinden istenen şartları haiz birini gizli oyla seçerler; seçilen cami temsilcileri ilçe ve iliçi ilçe merkezlerinde ve en büyük cami cemaatinin temsilcisinin başkanlığında toplanır ve gizli oyla bir ilçe temsilcilerini seçerler. Bunlar da il merkezinde, il müftüsünün başkanlığında toplanırlar ve o il için kaç temsilci seçilecekse gizli oyla o kadar temsilci seçerler. Seçilenler bir zabıtla tesbit edilerek Anayasayı Koruma Şurâ’sına bildirilir.
   Bazı hususlar:
   a) Sandık başkanları Anayasayı Koruma Şurâ’sınca tayin edilir;
   b) Seçilme şartları: Müslüman olmak, hür olmak, akıl baliğ olmak, erkek olmak, ilmin bir şubesinde ihtisas sahibi olmak, takva sahibi olmak, idarî işlerden anlamak, çevresince itimad ve itibar edilir olmak;
   c) Şurâ Meclisi’nin üyelik süresi altı yıldır. Her üç yılda kura ile üçte biri yenilenir ve tekrar seçilebilir;
   d) Şurâ Meclisi müzakerelerini bütün tebaa takip edebilir. Yazılı olarak görüşlerini bildirebilir.
   Madde: 132- Şurâ Meclisi’nin üye sayısı ihtiyaca göre tesbit edilir.
   Madde: 133- Seçimler yapıldıktan sonra, Şurâ Meclisi’nin toplantıları, üye tam sayısının üçte ikisinin hazır bulunmasıyla resmiyet kazanır, anayasada özel nisab tayin edilmiş haller müstesna. Teklifler ve kanun tasarıları iç tüzüğe göre yapılır. İç tüzüğün kabulü için hazır bulunanların üçte ikisinin muvafakatı gereklidir.
   Madde: 134- Meclis Başkanı ve Başkanlık Divanı’nın tesbiti, komisyonların sayısı ve onların görev süreleri, meclis çalışmaları ve müzakereleri ve diğer alakalı hususlar meclis iç tüzüğü vasıtasıyla kararlaştırılır.
   Madde: 135- Savaş zamanlarında, ülkenin işgali halinde devlet reisinin teklifi ve Şurâ’nın tasdiki ile işgal edilmiş mıntıkaların veya bütün ülkenin seçimleri muayyen bir zaman için durdurulur. Yeni meclis teşkil edilmemesi halinde eski meclis aynı şekilde çalışmasına devam eder.
   Madde: 136- Şurâ Meclisi’nin çalışmaları alenidir. Görüşmelerin tam tutanakları, umumun bilgi edinmesi için radyo ve Resmî Gazete’de de yayınlanır. Zaruri hallerde, ülkenin emniyeti gerektirdiği takdirde, devlet başkanının veya bakanlardan birinin veya on millettemsilcisi üyesinin isteği ile gizli celse yapılır.
   Madde: 137- Devlet reisi veya bakanlar toplu olarak veya tek olarak, meclisin toplantılarına iştirak etme hakkına sahiptirler.


Şura Meclisi’nin Vazife ve Selahiyetleri:
 
     Madde: 138- Şurâ Meclisi, bütün mevzularda, anayasanın tayin ettiği çerçevede kararlar alabilir.
   Madde: 139- Şurâ Meclisi, ülkenin resmî mezbebi olan Ehl-i Sünnet mezbebinin esaslarına ve hükümlerine ve anayasaya aykırı kararlar alamaz.
   Madde: 140- Kanunların şerh ve tefsiri, Şurâ Meclisi’nin selahiyetindendir. Bu maddenin mefhumu, hakkı ortaya çıkarma hususunda hakimlerin yaptıkları tefsire mani değildir.
   Madde: 141- Kanun tasarıları, Bakanlar Kurulu’nun kabulünden sonra meclise takdim edilebileceği gibi Şurâ üyeleri tarafından da teklif edilebilir.
   Madde: 142- Şurâ Meclisi, ülke meselelerinin tümünde araştırma yapmak ve denetlemede bulunmak hakkına sahiptir.
   Madde: 143- Sıkıyönetim ilânı yasaktır; harp halinde ve ona benzer şartlarda Şurâ Meclisi’nin istişaresi ile hükümet zaruri sınırlamalar koyabilir.
   Madde: 144- Her millet temsilcisi bütün millete karşı mesuldür. Devletin dış ve iç meselelerinde görüş beyan etmeye hakkı vardır.
   Madde: 145- Millet temsilcisi sıfatı şahsa mahsustur; başkasına devredilemez.
   Madde: 146- Meclis üyeleri, görevlerini ifa makamında kendi görüş ve fikirlerini açıklamakta tamamen serbesttirler.
   Madde: 147- Herhangi bir millet temsilcisi, sorumlu bakandan vazifeleriyle ilgili bir husus hakkında herhangi bir sual sorduğunda, o bakan meclisde bulunmaya ve soruyu cevaplandırmaya mecburdur.
   Madde: 148- Meclis üyeleri, gerekli gördükleri konularda Bakanlar Kurulu veya bakanlardan herhangi biri hakkında soru önergesi verebilir.
   Madde: 149- İcra ve kaza organının çalışmalarından şikayetçi olan her vatandaş şikâyetini yazılı olarak Şurâ Meclisi’ne verebilir. Meclis bu şikayetleri inceleyip gerekli cevabı vermekle vazifelidir.


 Onikinci Bölüm:
Anayasayı Koruma Şurâ’sı
 
   Madde: 150- Şurâ Meclisi kararlarının anayasaya ve İslam ahkâmına aykırı olmamasını temin ederek, İslam ahkâmını ve anayasayı korumak maksadıyla aşağıdaki terkip üzere, ,,Anayasayı Koruma Şurâsı” adıyla bir Şur3a teşkil edilir.
   Madde: 151- Zamanın gereklerini ve günün meselelerini bilen adil fakihlerden ve hukukçulardan yeteri kadar seçilir. Bunların haiz olacağı şartları ve tayin mercileri bir kanunla tesbit edilir.
   Madde: 152- Şur3a Meclisi’nce kabul edilen kanunlar ve mevzuatının tamamının Anayasayı Koruma Şurâ’sına gönderilmesi gerekir. Kendisine ulaşan kanunları, Anayasayı Koruma Şurâ’sı on gün içinde tetkik eder. Anayasaya aykırı bulduğu takdirde tekrar görüşülmek üzere meclise iade eder.
   Madde: 153- Anayasayı Koruma Şurâ’sı, incelemek ve nihaî görüşünü bildirmek için on gün kâfi gelmediği hususlarda Şurâ Meclisi’nden en çok ikinci bir on gün daha mühlet ister.
   Madde: 154- Devlet reisi ve Şurâ Meclisi seçimlerine Anayasayı Koruma Şurâ’sı nezaret eder.
   Madde: 155- Anayasayı Koruma Şurâ’sı, aynı zamanda devlet reisinin icraat ve kararlarını da gözden geçirir; İslam ahkâmına ve anayasaya aykırı olup olmadığını hükme bağlar; aykırı olduğu takdirde tashihi için devlet reisine bildirir.


Onüçüncü Bölüm:
Hükümet Teşkili
 
   Madde: 156- Hükümet ihtiyaca göre tayin edilen başkan yardımcıları ile bakanlardan kurulur. Bakanlar devlet reisi tarafından tayin edilir. Bakanların sayısı, her birinin vazifesi ve selahiyetlerinin sınırı kanunla tayin edilir.
   Madde: 157- Bakanlar arasında mutlaka bir İslamî İrşad Makam ve Bakanlığı da bulunur. İslam’ın ilim, idarî ve tebliğ görevlerini ifa eder.
   Madde: 158- Başkan, Bakanlar Kurulu’nun başkanıdır. Bakanların çalışmalarına nezaret eder ve gerekli tedbirleri alarak hükümet kararlarında uyumu sağlar ve kanunları icra eder.
   Madde: 159- Bakanlar Kurulu’nun veya herhangi bir bakanın, kanunların icrasına dair tüzükleri tedvine görevli oldukları hususlara ilave olarak idarî görevleri yapmak, kanunların icrasını temin ve idarî kurumları düzeltmek için kararname ve tüzükler çıkarmaya Bakanlar Kurulu’nun hakkı vardır. Her bir bakan da kendi vazifeleri ve Bakanlar Kurulu çerçevesinde tüzük çıkarmaya ve tamimler yayınlamaya selahiyeti vardır. Fakat, bu kararların mefhumunun kanunların lafız ve mefhumuna aykırı olmaması gerekir.
   Madde: 160- Amme ve devlet mallarına dair davaların sulhu veya hakeme havale, Bakanlar Kurulu’nun kararına bağlıdır ve meclisin mâlumatına sunulur. Davacı tarafı yabancı olduğu hususlarda ve dahilî önemli konularda da meclisin onayı gereklidir. Daha mühim konuları kanun tayin eder.
   Madde: 161- Devlet reisi, muavinleri ve bakanların adi suçları dolayısıyla ithamlarının incelenmesi, Şurâ  Meclisi’nin bilgisi dahilinde genel adliye mahkemelerinde yapılır.


Ondördüncü Bölüm:
Kaza Organı
 
    Madde: 162- Kaza organı; yaptırıcı bir şekilde şer’î hükümleri haber vermek demektir. Bu da insanlar arasındaki davalara bakmak, toplumun haklarına zarar veren şeyleri gidermek ve halk ile devlet yöneticileri arasındaki ihtilafları kaldırmaktır.
    Madde: 163- Yargı yetkisi bağımsız mahkemelere aittir.
   Madde: 164- Hukuk sahasında temayüz etmiş hukukçulardan beşi devlet başkanı, beşi Şurâ Meclisi’nce tensip edilmek üzere on kişiden müteşekkil ,,Divân-ı Âli” ismi altında bir mahkeme kurulur. Bu mahkeme kanunun tesbit edeceği yüksek kademelerdeki devlet adamları görevleriyle ilgili davalara bakar.
    Madde: 165- Mahkemelerin kuruluş vazife ve yetkileri kanunla tayin edilir.
   Madde: 166- Hakimler, bilcümle davaların muhakemesinde ve hükümlerinde müstakil ve her türlü müdahaleden uzak olup, şer’î kanunların hükümlerine tabidirler.
   Madde: 167- Mahkemelerin kararlarını hiçbir merci tebdil, tağyir, tehir edemez ve infazına mani olamaz.
   Madde: 168- Hakimlerin nitelikleri, hakları, vazifeleri, maaş ve tahsisatları, tayin, nakil, terfi ve azilleri kanun ile tayin edilir.
   Madde: 169- Hakimler, kanunun verdiği vazifelerden başka umumî veya hususî hiçbir vazife alamazlar.
  Madde: 170- Mahkemelerde duruşmalar alenîdir. Ancak, usul-ü muhakemat kanunu gereğince bir duruşmanın gizli olarak yürütülmesine mahkeme karar verir.
   Madde: 171- Herkes mahkeme huzurunda haklarını savunmak için lüzum gördüğü meşru vasıtaları kullanmakta serbesttir.
   Madde: 172- Hiçbir mahkeme, vazife ve selahiyeti dahilinde olan davalara bakmaktan imtina edemez. Vazife ve selahiyeti haricinde olan davaları ancak, bir kararla reddeder.
   Madde: 173- Herhangi bir kanun, tüzük veya yönetmeliğin şer’î şerif’e veya anayasaya aykırı olduğu kanaatine varan hakim, davalı veya davacıdan herbiri ilgili merciye başvurup dava açabilir.        İptal davası hakim tarafından açılmış ise mahkeme tehir olunur; diğerleri tarafından açılmış ise mahkeme devam eder. Ancak, iptal davası tahakkuk ederse dava yeniden ele alınır.
   Madde: 174- Hakim tayin edilecek zatların müslüman, hür, akıl ve baliğ, adil ve fakih olmalarının yanında, şer’î hükümleri hadiselere tatbik etme kabiliyetine




Onbeşinci Bölüm:
Kitle Haberleşme Araçları
 
 
   Madde: 175- Kitle haberleşme araçları da (radyo ve televizyon) İslam esaslarına uygun olarak yayınlar yapar ve gerekli tebliğatı icra eder. Bu araçlar yargı (yani Divan-ı Âli), Teşri ve İcra olmak üzere üçlü organın müşterek denetimleri altında idare edilecektir. Bu hususların düzenlenmesini kanun tayin eder.
 
 
-SON-



Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan)

AVRUPA İSLAM MERKEZİ
İSLAM ANAYASASI
HAZIRLAMA HEYETİ REİSİ



Not: Biz kitabı aslından pdf formatına çevirdik.Bu şekildede istifade edilsin diye.