Freitag, 3. Dezember 2010

Hak ile Batılı ayırmak için 20 yıl geçti.

1951-1952 öğretim yılı içerisinde Doğanşehir İlçesi, Sürgü Nahiyesi, Kurucaova Köyü’nde öğretmenim. Beş sınıfı birlikte okutuyorum. İslam ile hiçbir ilgim yoktur. Çünkü Malatya Akçadağ köy enstitüsünde sol fikirler ile yetiştirildim. O zamanlar bütün dünya materyalizme yönelmiş, her millet inkarcılığı kendisi için bir din, bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. Ben, bu maddeleşmiş cesetten biran evvel kurtulmak istiyordum. Ne çare ki, bir türlü kurtuluş yolu bulamıyordum.
Düşünmeye başladım. Bir yaz gecesi okul bahçesinde gökyüzünü seyre dalmıştım. Ay bütün haşmetiyle yüzünü dünyaya çevirmiş, öncelikle benim gibi insanlara te¬bessüm ederek beni oku diyordu. Birdenbire, “Allah!” diye bağırmaya başladım. Hanım pencereye koşarak, “ne oluyor?” dedi. “Müjde müjde! Ben Müslüman oldum” dedim. “Bak! Ay, boşlukta, kendi yörüngesinde, dünyamızın etrafında dolaşıp dururken, yolundan sap¬mıyor ve Rabbine teslim olmuşken, benim gibi akıllı olduklarını sanan milyonlarca in¬san Rabbinin yolundan saparak, maddeciliğin kölesi olmuştur. Sen şahit ol. Şu andan itibaren kula kulluk zincirini kırarak, Rabbime kul köle olarak gerçek hüviyetime ka¬vuşmuş bulunuyorum.”
Hemen namaz kılmak aklıma geldi. Abdest alarak Rabbimin huzuruna durdum. Bundan sonra Allah'tan başka hiçbir kimsenin huzurunda kıyama durmayacağıma and içtim. Kıyamdayım, hiçbir dua bilmiyorum. Babamdan Allahu Ekber kelimesini duy¬muştum. Bu kelime ile namaz hareketlerini tamamladım. Ey Allah'ım! Beni affet diye ağlıyordum. O gün sevincimden uyuyamadım.
Sabahın erken saatlerinde Malatya il merkezine hareket ettim. İslâm ile ilgili bir kitap bulup, İslâm'ı öğrenecektim. Ne kadar kitapevi varsa, hepsini dolaştım. Ne yazık ki, İslâm'la ilgili bir kitap bulamadım. Elim boş olarak köye döndüm. İbadetime devam
ediyorum. Üç ay sonra tekrar gittim. Bir kitap evinde Yunus Emre'nin şiirler antolojisi elime geçti. Bütün şiirleri bir araya getirilmişti. Onu alarak sevinçle köye döndüm. İçe¬risinde Allah, peygamber geçen şiirleri okuyarak teselli bulmaya çalışıyordum.
Her ay maaşımı almak için Doğanşehir ilçesine gidiyordum. İlçe ile köy arasında Sürgü nahiyesi var. Sürgüye kadar yaya iki saat yolum var. Yol dağların arasından geçerdi. Bu gördüğüm ve göremediğim varlıklar Rabbime işaret eden ayetlerdi. Yol boyunca her on adımda beni selamete hidayet eden Allah'ıma hamd ediyordum. İlçeye her gidiş ve gelişimde nahiyeye uğramak mecburiyeti vardı. Çünkü yolum içinden geçiyordu. Zamanla nahiyede bulunan müslümanlarla tanışmak nasip oldu.
Bir gece beni nahiyede misafir ettiler. “Bir evde dini sohbet var, bu gece seni o eve götüreceğiz”, dediler. Beni evinde misafir eden Bağdat Ahmet ile beraber sohbet yapılacak eve gittik. Evin salonunda tam kırk kişi vardı. Yatsı namazından sonra halka şeklini aldılar. Onbaşıları ortada komut vererek zikre başladılar. “Allah!” diyerek bir öne bir arkaya sallanıyor, başları hızla inip kalkıyordu. Bir müridin elinde zilli bir def vardı. Devamlı ilahi söyleyerek müridleri coşturuyordu. Hep birden kol kola ayakta bir öne bir arkaya gidip geliyorlardı. Bazıları halkadan ayrılarak gözleri kapalı hızla dönüyor, “Yetiş Ya Şeyh kurban!” diyerek şeyhinden yardım istiyordu. Ben divanda oturmuş bun¬ları seyrediyordum. Bir mürid kolumdan hızla tutarak, beni halkanın içine çekti. Ben de Allah diyerek hızla dönmeye başladım.
Zikirden sonra çay sohbeti başladı. Şeyhlerinden gördüklerini anlatmaya başladılar. Şeyh Ali Efendi her gün, Kore'de savaşan Türk askerlerine yardım için Kore'ye gidip geliyormuş. Defalarca kanlı elbiseleriyle gördüklerini söylediler. Şeyhe gittikle¬rinde kapı anahtarının «la ilahe illallah» zikrini yaptığını işitmişler. Tarikat çok ince bir yoldur. Bu yola girmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. O gün onbaşımız Şeyh adına bizi tarikata kabul etti. Yapacağım tesbihleri yazarak bana verdiler. Her hafta Pazar günleri Sürgü nahiyesine gelerek zikir meclisine katılı¬yordum.
Üç ay sonra beni Akçadağ ilçesine bağlı Örüşkü köyünde oturmakta olan Şeyh Ali Efendiye götürdüler. Şeyhimizin iki katlı evi ve üç karısı vardı. Büyük araziye sahip evi, jeneratörle aydınlatılıyordu. Malatya çevresinde çok müridi vardı. Adıyaman, Gaziantep, Adana, Mersin, Antalya, Konya, Kayseri taraflarından mürid akını vardı. Her mürid elindekini ve avucundakini Şeyhine getirirdi.
Benim Şeyhimin Şeyhi Şeyh Osman, emekli olduktan sonra Malatya il merkezi¬ne yerleşiyor. Arap asıllı olduğu için güzel Kur'an okuyormuş. Kendisini Kadiri Tarikatı Şeyhi olarak tanıtıyor. Kısa bir zamanda ünü her tarafta duyuluyor. Çünkü yapılan propagandalara göre, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar ona selam veriyor ve O da, onlarla konuşabiliyormuş. Doğudaki ve batıdaki bir müridin çağrısı üzerine yetişip, o müridini teh¬likelerden koruyabiliyormuş. Yer küre avucunun içinde bir ceviz misali her şeyi gördüğü gibi, bir anda istediği yerde görülebiliyormuş. Cuma namazlarını Mekke-i Mükerreme'de kılar, her çeşit hasta, evinde bir gece kalsa bile şifaya kavuşurmuş. Okuduğu her şeker derde derman olur, Levh-i mahfuzu okuyarak müridlerinin kaderine hükmedebiliyormuş. Kalplerden geçenleri sen söylemeden okuyabiliyormuş.
Üç sene sonra, yani 1954-1955 öğrenim yılında kendi köyüm olan Doğanşehir Polat köyüne tayin edildim. Kendi evimi tekke yaptım. Bizim köyümüz bin haneye yakındı. Şirin bir kasaba, belediye başkanı ve karakolu mevcut. İki ilkokulu, iki camisi, orta okul ve lisesi var. Her hafta bizim evde toplanarak zikre devam ediyoruz. Erkek¬ler ön safta, kadınlar arkada halka şeklinde oturuyoruz. Şeyh Ali Efendi, beni Doğanşe¬hir çevresine Çavuş olarak tayin etti. Artık zikirleri ben yaptırıyorum. Şeyh namına her¬kese tesbih verebiliyorum. Gerçek İslâm'ı bulmuş gibi inanıyorum. Sözde değil, hareketlerimle yaşamaya çalışıyorum. Onun için müridler beni çok seviyorlar.
Bütün öğretmenler aleyhimde çalışıyorlar. Çünkü hepsi ateist fikirli, kendilerinden ayrıldığım için, hazmedemiyorlar. Durmadan ilgili makamlara şikayet ediyorlar. İlçe kaymakamı çağırarak nasihat ediyor. Ara sıra savcılığa ve karakola ifade veriyorum. İlden müfettişler gönderilerek ifadelerim alınıyor. Beni bu işten vazgeçirmeye çalışı¬yorlar. Bir taraftan kayınpeder, annem ve babam, beni görevden alırlar diye korku içeri¬sinde, durmadan bana baskı uyguluyorlar. Onlara diyorum ki, "Benimle boşuna uğraşı¬yorsunuz. Ben Rabbime teslim olmuş bir askerim. O'nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak gerekir. Bir müslüman inandıktan sonra tekrar küfre döner mi? Atıl¬malar, işkenceler, hapisler onun için bir mükafattır. Okumadınız mı Peygamberler bu yolda ne çileler çekti? Şahsım için ne olursa olsun bu davadan vazgeçemem. Bu çilelere sabredebilirsen, sonunda rıza-i ilâhi ve cennet var." Ben, inkarcılığın dünyada dahi bir cehennem azabı verdiğini ruhumda yaşamıştım. İlgili makamlara defalarca söyledim. Beni her an bu görevden alabilirsiniz. Ümitleri kesilmişti. Ne yapsalar dönmeyeceğimi anlamışlardı.
Belediye Başkanı Mehmet Efendi ateist bir kişiydi. Benimle tartışmayı çok severdi. Bir gün makamında kendisini ziyaret ettim. Ayağa kalkarak yer gösterdi. “Geldiğine sevindim”, dedi. “Kahvemizi içtikten sonra bugün sana son sözümü söyleyeceğim. Senin dediğin gibi bu dünya hayatından başka bir ahiret hayatı olsaydı Lenin, Mao, İnönü, Nasır gibi, toplumlarında devrimler yapmış ve halkları tarafından sevilen akıllı insanla¬rın inandıklarını ilan etmeleri gerekirdi. Sen, bunlardan daha mı akıllısın”, dedi. Bu sö¬zünden dolayı çok üzüldüm. “Bak arkadaş, ben de sana karşı son sözlerimi söyleyerek münazara kapısını kapatalım. Sen de biliyorsun ki, insan ömrü çok kısa. Ölümün hangi gün, hangi saat kapıyı çalacağı belli değil”, dedim.
Sabahleyin acı bir haber kasabayı sardı. Başkan sabahleyin evinden dairesine giderken, köy meydanında bayılıp yere yığılıyor. Meydanda toplananlar, Başkanın etrafında toplanıyorlar. Dili tutulmuş, cevap alamıyorlar. Bir taksi ile acele ilçeye ulaştırı¬yorlar. Doktor Malatya Devlet Hastanesine ulaştırmalarını söylüyor. Kavuşmadan yarı yolda ruhunu teslim ediyor. Bakalım bu dünyada aklını çalıştırıp, iman etmeyenlerin tartışmalarını gözleriyle gördükten sonra, aklın insanoğluna Allah tarafından verilen büyük bir nimet olduğunun farkına varmış olacaklardır.
Okulumda Hasan Mumcu diye bir öğretmen var. Biraz felsefe okumuş, ara sıra münazara ederdik. Ben, onu Allah'a inandırmaya çalışırken, o gün inanır, ertesi gün inkar ederdi. Bu durum altı ay devam etti. Hasan Öğretmeni Şeyhe götürmeye karar verdik. Hasan Bey teklifimizi kabul etti. Yanımıza Şeyh Osman'ın müridlerinden bir kişi daha alarak yaya olarak Şeyhe gittik. Şeyhin köyü, bizim köye yedi saat uzaklıkta idi. Hasan Beyin durumunu Şeyhime izah ettim. Bütün köydeki müritlerini toplayarak evinin büyük bir salonunda zikir yaptırdı. “Ya Allah, Ya Şeyh” diye bağıran biri vardı. Zikirden sonra Şeyh Ali sohbete başladı.
Ben şahsen Şeyh Osman'ın sağlığına kavuşamadım. Tarikata girmeden çok önce ölmüştü. Yerine Şeyh Ali Efendiyi bırakmıştı. Ali Efendi Şeyh Osman’dan görüp-duyduklarını aşağıdaki şekilde anlatmaya başladı:
“Malatya İl merlezinde oturan Şeyhim Osman’a giderek kapısının zilini çaldım. Kapısı açılınca Şeyh bahçesinde beni gördü. “Oğlum Ali, hediyeleri üst katta anana ver, bir sandalye alarak yanıma gel”, dedi. “Ben de şoföre Yeni Caminin arka tarafına taksiyi park eyle ve çarşı¬da gez dolaş, ikindi ezanı okunduğu zaman gel”, dedim. Ben bir sandalye alarak havuzun başına geldim. Şeyhim oyuncak bir kayığı su üzerinde uzun bir çubukla yüzdürüyor, ben de seyrediyorum. Bir den bire kayık yan yattı. Kayığı çubukla kaldırdıktan sonra, bana dönerek şöyle dedi: ‘Oğlum Ali şu anda bir olay oldu. Sen bilir misin?’, dedi. ‘Şeyhim bilir’ dedim. ‘Oğlum, Basra Körfezi'nde içinde müritlerim bulunan bir vapur alabora oldu. Tam batmak üzere iken, bir müridim ‘Yetiş ya Şeyh Osman!’ diye bağırdı. Buradaki bu oyuncak kayığı doğrultmakla oradaki vapuru doğrulttum. İşte oğlum Ali, bir şeyhin müridi, doğuda ve batıda bir tehlikeye maruz kalsa ona ulaşamayan şeyh, köpeklerin şeyhi olsun. Kim ki, müridine ulaşamıyorsa, o kişi köpeklerin şeyhidir’ dedi.” Yü¬zünü Hasan'a dönerek, “İşte ben böyle cihan kutbunun müridiyim”, dedi. “O gün havuz başında şeyhimden aldığım feyzi tarif edemem. İkindi vakti yaklaşmıştı. ‘Şoför beni bekliyor. Müsaade ederseniz döneyim’, dedim. ‘Gidebilirsiniz’, dedi. Yeni caminin yanına geldi¬ğimde ikindi ezanı okundu. Cemaatle beraber namaza durdum. Şeyhime uyarak namazı bitirdim. Namaz içerisinde şeyhimi gözümün önüne getirerek rabıta yapıyordum. So¬nunda ellerimi açarak cemaatle birlikte dua ediyorum. Dua içerisinde kendi kendime dedim ki, ‘senin bu şeyhin, Şeyh Osman var ya, Allah'tan daha büyüktür dedim.” Hasan'a dönerek, “şeyhine böyle inanmayan mürit tarikatta yol alamaz”, dedi.
Harem tarafından büyük tepsi içerisinde etli pilav geldi. Hepimiz davet edildik. Müritler tepsinin etrafını sardılar. Hasan yerinden kalkmadan; “şeyhim kusura bakma ben senin yemeğini yemeyeceğim”, dedi. “Niçin oğlum”, dedi. “Çünkü ben Allah'ın var ol¬duğuna inanmıyorum. Ama sen, kendi şeyhini Allah'tan büyük yaptın. Senin yemeğin yenmez”, dedi. Ben de, “Ulan Hasan, ben seni irşad olman için getirdim. Şimdi ise, sen beni yeniden irşad ettin. Evet, bu putperest adamın yemeği yenmez”, dedim. Beş sene batıl bir yola hizmet ettiğimin farkına vararak bu batıl inançtan tövbe ettim. Böylelikle şeyhten ayrılmış oldum. Hasan bu cehaleti gördükten sonra Allah'a inanmış oldu.
Doğanşehir ilçesinde tesbih verdiğim bütün müritleri gezerek tevbe etmelerini bildirdim, uyanan uyandı, uyanmayan bu batıl yolda devam etti. Ben yine çölde kervanı kaybetmiş bir yolcu gibi yalnız kalmıştım. 1956'ya gireceğimiz sene bizim köye Süleymancı olduklarını söyleyen bir takım kimseler geldiler. Camide halka vaiz vererek, ilkokulu bitirmiş çocuklara Kur'an öğreteceklerini uzun uzadıya anlattılar. Köylünün ver¬dikleri boş bir evde hizmete başladılar. Diğerleri çevre köylere dağılarak Kur'an Kursu adı altında çalışmaya başladılar. Süleymancı grup, Nakşi tarikatına mensuptu. Yine eli¬me İslâm'la ilgili bir kitap geçmediği için bunlarla ilgi kurmaya başladım. Benim Kadiri tarikatından ayrıldığımı öğrenmişlerdi. Beni kendi tarikatlarına teşvik ettiler. Neticede onlara dahil oldum. Burada zikirler sessiz ve kalpten yapılıyordu. Bizim tarikat ile pek farkı yoktu. Bunlar da aynı şeylere inanıyorlardı.

SÜLEYMANCILARIN NAKŞİ İTİKATLARI

Seyr-i sülük[2] Rabıta ve Silsile-i Saadet

S.125. Vaktaki Tarikat ehli kendi tertiplerine dair okunuşu basit ifadesi düzgün, rabıta ehlinin[3] bütün hallerini içinde toplamış, bir risaleye muhtaç olduklarından, bu fakir ve acizi rabıta ehli olduğuna inanarak, hertürlü hüsnü zanda bulunup Rabbimiz Teala’nın feyiz ve ihsanına muhtaç olduğum halde acizlerden hallerine uygun bir risale istediler. Ben de hallerine muavafık risaleler içinde bir risale arayıp, mizanüssülük[4] isimli risaleyi azıcık açıklayarak rabıta ehlinin hal ve arzularına uygun kılıp ve her tarikatın özünü şamil[5] ve ehl-i tarikat ile ehl-i iman aralarını bulup tarikatın, şeriatın bir hülasası olduğunu ve şeriatın da tarikatın temeli bulunduğunu açıkladım ki mağfiretime ve cennete girmeme sebep olsun.
Mehmet Arif
S.134. İkinci Edep Rabıta Edebidir
Rabıta Edebi (Rabıtanın tam şekli): iki gözün arasında bulunan bütün düşünce ve hayallerin hazinesi ve toplandığı yer ile mürşidin ruhani yüzlerine bakılacaktır. Çünkü mürşidin manevi yüzü ruhani feyiz kaynağıdır. Sonra mürşid vesilesiyle mürşidin ruhaniyeti, hayal ve düşünce hazinesine sokulacak, o anda kalb derinliğine devamlı birşey iniyor diye düşünülecek, ötesinden yavaş yavaş inilip o kalbde kaybedilmeyecektir. Hatta nefsten gaib (bile) olunacaktır. Çünkü kalb derinliğine nihayet yoktur. Ve Allah’a seyr kalbden hasıl olur.
Onlara göre rabıta her an ve her yerde yapılması mümkün bir ibadettir. Zikri kalbiyle beraber yirmidört saatte bir defa yapılmasına vazife denir. Ve şöyle yapılır: Abdestli ve temiz olarak tenha bir yere kıbleye dönük eller diz üstünde oturulur. Euzu besmele ile bir fatiha, üç ihlas-ı şerif okunup silsele-i saadet efendilerimizin (k.s.) ve yaşadığımız asırdaki mürşid-i kamilin ruhlarının makamlarına hediye edilir. Usulu ile yedi istiğfar ve yedi salavat okunur. Gözler kapalı, baş öne ve kalb üzerine eğik olarak durulur. İki kaşımızın arasındaki bütün vesvese ve düşüncelerin çıkış noktası olan nefis, kalbe, kalb de mürşid-i kamilin kalbine bağlanır. Dil damağa yapışık olarak ve kalbine cenab-ı hakkın ihsan-ı olan feyzin mürşidinin manevi kalblerinden kendi kalbine aktığı tahayyül edilerek[6] en az çeyrek saat durulur. Bu hallerde mürşidle diz dize durma en iyi şeklidir.
Sonra dil damağa tam yapışık olarak yalnız kalb ile (verilen miktar ne ise) tesbihle lafza-i celal[7] kalbde zikredilir. Zikir anında masivadan hiçbirşey düşünülmemelidir. Eğer herhangi bir düçünce gelecek olursa zikri bırakıp 3-4 dakika daha rabıta yapıp sonra zikre devam edilir. Zikir bitince en az elli en çok beşyüz ihlas-ı şerif okunup dua yapılır. (A.D.)
S.147. Mürşid-i kamilde bir ruhaniyyet vardır ki, bütün hallerde müridden ayrılmaz. Hatta ihvanımızdan bazıları ruhaniyyeti mürşid üzerlerinde hazır ve kendilerine nazır olduğunu bildikleri için uykuda bile ayak uzatmazlar. Eğer mürid bu haleti görmezse görür gibi inansın. Çünkü bu inanç sebebiyle edeplendiği için görmüş olan mürid ile feyzde müsavi olur. Ruhaniyyeti mürşid, müridin ruhu çıkacağı ve şeytanın tasallutu[8] hazır olup şeytanı defeder. Ruhaniyyet-i mürşid kabir suali zamanında da müridin yanında hazır olarak münkürlerin[9] suali anında imdat ve tesliyet[10] edip, şeytan ondan kaçar. Çünkü zikrolunduğu gibi ruhaniyyette perde, madde ve zaman yoktur.

Sonunda Nakşiliğin ruhban sınıfı meziyetleriyle sayılır.
Nakşibendilerin "Silsile-i Sâdatı"
1. Ebu Yezid-i (Bayezıd) Bestami
2. Eb'ul-Hasan el-kharagâni
3. Ebu Ali Fermadi
4. Yusuf Hemedani
5. Abdulhalıg-ı Gonjduwâni
6. Arifi R'wegeri
7. Mahmud-i İnjir fagnavi
8. Aliyyi Ramiteni
9. Muhammed Baba Semmasi
10. Emir Kulâl
11. Muhammed Bahâuddîn Buhâri
12. Akruddin Attar
13. Ya'gûb-i Çarkhi
14. Nasuriddin Ubeydullah-ı Ahyar
15. Gâdıy Muhammed Zahid Bedakhşi
16. Derviş Muhammed Semerkandi
17. Muhammed Khuwajegi-yi Emkeneği
18. Muhammed Bağıy-Billah
19. Ahmed Farugıy-i Serhindi
20. Muhammed Ma'sum Farugıy
21. Seyfeddin Farugıy
22. Nur Muhammed Bedevvani
23. Şemsuddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan
24. Gulam Ali Abdullah-ı Dehlevi
25. Halid Bağdadî
26. Taha-yi Hakkari (Nehrili Seyyid Tâhâ)
27. Sibgatullah Arvasi (Kuşağı ve halifeleri)
28. Süleyman Hilmi Tunahan

İşte ben bir sene boyunca bu ruhban sınıfını kutsadım. Süleyman Hilmi Tunahan'ı hatırlayarak onun kalbinden bizim kalbe nur aktanyorduk. Neticede resme taptığımı anlayarak bu tarikattan da tövbe eyledim.

NASIL NURCU OLDUM

Sene 1956. Yine elimde İslâm'la ilgili bir kitap yok. Yine açıkta kaldım. Radyo dinlerken Nurcular diye bir grubun olduğunu duydum. Beni merak sardı. İlk işim Ma¬latya merkezine gidip, nurcuları bulmaktı. Merkezde günlerce soruşturma yaptım. Dev¬let demir yollarında çalışan Tarık isminde bir Nurcuyu buldum. “Ben Nurcu olmak isti¬yorum. Ne yapabilirim?”, dedim. Bana Diyarbakır'dan bir adres verdi. “Mehmet Kayalar diye yüzbaşılıktan ayrılmış bir ağabeyimiz var, oraya gideceksin”, dedi. Üstadımız Said Nursi, onu Diyarbakır'a temsilci olarak tayin etmiş. Tarikattan uyandığım kişilerle Di¬yarbakır'a gittik. Yatsı ezanı okunmuşken kapı zilini çaldık. Kapı açılarak bizi içeri al¬dılar. O günde tesadüfen ders varmış. Biz Malatya'dan geliyoruz. Mevsim sıcak, açık avluda tam 95 kişi var. Namazdan sonra Mehmet Kayalar Arap harfleriyle yazılı lemalardan ders yaptı. Dersten sonra, “ağabey müsaade ederseniz, misafirleri birer birer evlerimize götürelim” dediler. “Hayır olmaz. Hasırlar üzerinde kalabilirler”, dedi. Sabah namazından sonra beraber ders yaptık. “Said Nursi ahir zamanda gelen son Mehdi'dir. Bundan sonra bir başka Mehdi gelmeyecektir. Risale-i Nur'da son tefsirdir. Risale-i Nur Mehdi'nin elinde elmas bir kılıçtır. Risale-i Nur gönülleri fethedecektir. Bütün dünya müslümanlarım bir hilafet altında toplayacaktır. Şam'a inecek olan Hz. İsa (a.s.) imam olacak. En sonunda üstadımız 2005 yılında ölecek, götürüp Medine-i Münevvere'de Peygamber (a.s.m.)’ın yanına gömeceğiz”, dedi.
Ben, “üstadın 2005 yılında öleceğini nereden biliyorsun”, dedim. Bir âyet alarak onu cifir-ebced hesabına vurarak ispat etmeye çalıştı. “Öyleyse ağabey, bize müsaade et, biz trenle İsparta'ya gidip, Mehdi'ye biatimizi yapalım”, dedim. Üstadın, «Benim fani şahsımı ziyaret etmektense, eserlerimi okumak ondan bin kere daha kıymetlidir» sözünü hatırlatarak, bana arap harfleriyle yazılı bütün külliyatı verdi. Ne çare ki, ben Kur'an harflerini bilmiyorum. Elime bir elif-ba geçir¬dim. Başladım kendi kendime öğrenmeye. Bizim köyde Bayram Hoca diye eski Rüştiye mezunu bir hoca vardı. Risale-i Nurları ona okutuyorduk. Bir de ondan eski yazıyı okumaya başladım. Kopya kağıdı koymak suretiyle yazıları öğrenmeye çalışıyordum. Gecemi gündüzüme katarak 6 ay içinde kendi kendime okuyacak duruma geldim. Yine dersleri Bayram Hoca yapıyordu. Şimdi de evim tekke olmaktan çıkarak Nur dershane¬si olmuştu. Artık elimizde İslâm adına yazılmış Mehdi'nin elmas kılıçları vardı. Risale-i Nur okunduğunda hepimizi ağlama tutardı. Çünkü üstadımız Said Nursi'nin başına ge¬lenleri duydukça kendimizden geçerdik. Yumruklarımızı masaya vurmakla teselli oluyor¬duk.

Bir Nurcu Asker

1957'de askere çağrıldım. Ankara Piyade Harp Okulunda 4 ay kurs gördük. 44. Dönem olarak eğitime başladık. Bu döneme katılan öğretmen arkadaşlarla bir araya gelmiştik. Hepimiz Malatya Akçadağ Köy Enstitüsünden mezun olmuştuk. Ekseri arkadaşlarım sol fikirlerini halen devam ettiriyorlardı. Benim Nurcu olduğumu öğrendiklerinde hepsi bana cephe aldılar.
Beni gerici ve yobazlıkla itham ettiler. Ben de onlara şöyle dedim: “Bir müslüman asla gerici ve yobaz olamaz. Müslüman daima kendini yenileyen ve geriye adım atan değil,
ileriye adım atandır. Biz Müslüman Türkler ve diğer Müslüman ülkeler çok gerideyiz. Eğer bizler Müslümanlar olarak İslâm'ı yaşamış olsaydık, Amerika ve Avrupa ülkeleri bizden çok gerilerde kalır, ilmi ve fenni bizden öğrenirlerdi. Bakınız pusula, harita, saat, takvim, barut, cebir, geometri, fizik, kimya ilimleri bizim buluşlarımızdır. Mehmet Fa¬tih devrinde o kalın sur duvarları toplarla delik deşik eden Müslüman Türkler değil miydi? İslâm coğrafyası olarak aslımızı unuttuk ve İslâm'ı yaşamadığımız için, Allah'ın gazabına uğradık. Kur'an ile cihat etmeyi terk ettik. Onu dirilere değil, ölülere okuduk. Param parça olduk. Kardeşlik ruhunu yitirdik. Birbirimize düşman gibi davrandık. Al¬lah da İslâm'ı çekip bizden aldı. Hz. Musa'ya asi olanların, çöllerde 40 yıl başı boş dolaş¬tıkları gibi. Her ülke kendi topraklarında köle ve esir durumuna düştü.” İşte o gün onlara böyle konuştum. Baktım pek dinleyen yok. “Sizin dininiz size benim dinim bana”, dedim.
Okulumuzun bir mescidi vardı. Arkadaşlarla yatsı namazını mescidde toplu olarak kılardık. Ortasına büyük bir İsparta halı serilmişti. Bir gün namaz kılmak için mescide girdiğimizde halı yerinde yoktu. Kimin götürdüğünü araştırmaya başladık. Neticede anons yaptırmak mecburiyetinde kaldık. Okul komutanının emri ile o gün dans yapılacak salona alındığını öğrendik. Okul komutanı heybetli bir kişi idi. Herkesin gö¬zünü korkutmuş. Onun için okul disiplinli bir hayat yaşıyor. Aramızda konuştuk. “Alba¬ya kim gidebilir”, dediler. “Ben giderim”, dedim. Yanıma bir arkadaş daha alarak Albayın odasına gidip, askere yakışır bir selam verdik. “Niye geldiniz?”, dedi. “Albayım, mescidin halısı dans yapılacak salona alınmış. Müsaade ederseniz halıyı almaya geldik”, dedim. “Danstan sonra gönderirim”, dedi. “Albayım, namaz kılınan halı ayakkabı ile çiğnenip, üzerine şa¬rap, viski dökülürse, bir daha onun üzerinde namaz kılınmaz”, dedim. “Teşekkür ederim, ben bunu bilmiyordum”, dedi ve emriyle halı tekrar yerine gönderildi. (Yıkanıp ve silinip kılınabilir deseydim, belki de vermeyecekti).
Kıtalara dağıtım günü gelmişti. Kuralar çekilmeye başlandı. Ben içimden İsparta'¬ya düşeyim diye dua ediyordum. Torbadan İsparta değil Van çıktı. Yine Üstadımın senelerce kaldığı şehir çıktı diye gözlerim sevinç yaşları döktü. O gece elbiselerimiz verildi. Subay olduğumuza kani olduk. Gece yarısı yedi kişi isimleriyle idareye çağrıldı. Elbiseleri soyularak er olarak kıtalarına gönderildi. Bunlar aşırı solcu militanlardı.
15 günlük izin müddeti içinde Malatya'ya gelerek çocukları alıp, 1958 Ocak ayı içinde Van'a hareket ettik. Alaya yakın bir yerden bir ev kiralayarak yerleştik. Malatya'¬dan ayrılırken Van'daki kardeşlerin adreslerini almıştım. Bir anda alaya bir nurcu subay gelmiş diye herkes birbirine haber vermiş. Nurcular aileleriyle birlikte ziyaretime geliyorlar. Risale-i Nurlar yeni harflerle piyasaya sürülmüştü. Kuralkanlar diye bilinen bir ticarethane, Risale-i Nurları satışa sunmuştu. Birkaç gün sonra sözler kitabını masamın üzerine koydum. Ben onlardan vazifeye daha erken gelirdim. Yanımda çalışan Kemal isimli binbaşı kitabın üzerindeki Bediüzzaman Said Nursi yazısını görünce “Sen yoksa nurcu musun?”, dedi. “Evet”, dedim. “Derhal bu kitabı buradan kaldır.” “Hayır kaldıramam, bu benim dini kitabımdır. Akşam eve götürüp, sabahleyin tekrar getiriyorum”, dedim. İki binbaşı, beni Albaya şikayet ettiler. Albay bizzat gelerek kitabı masanın üzerinde görünce şaşkına döndü. “Bu kitabı bir daha buraya getirme” dedi. “Albayım bu benim dini kitabımdır. Boş kaldığım zaman bunu okumak mecburiyetindeyim”, de¬dim. “Hayır, bu kitaplar yasak kitaplardır, askeriye içerisinde okuyamazsın”, dedi. “Bunlar yasak değildir, mahkemelerde beraat etmiştir. Hiçbir art niyetim yok. Propaganda yap¬mamak şartıyla kendim okuyorum”, deyince Alay kumandanı bir şey demeden çekip gitti.
O tarihlerde nurcular için sıkı takibat vardı. Dersleri gizli olarak evlerde yapı¬yorlardı. Ben bir ay sonra Müftü Bey’e gittim. Üstadımızın uzun zaman Van'da kaldığı¬nı, Erek dağında inzivaya çekildiğini söyledim. Üstadımız bir yandan Vanlı sayılır. Ben “Nurşin Camisi’nde yatsıdan sonra Risale-i Nur okuyabilir miyim?”, dedim. “İçten ve dıştan kapısı olan camiye bitişik eski bir medrese var. İmama söyle dıştaki kapının anahtarını sana versinler. Orayı temizleyerek Risale-i Nur okuyabilirsin”, dedi. Medreseyi kısa za¬manda temizleyerek derslere başladık. Bir ay içinde 100 kişi olduk. Dersleri resmi elbi¬se ile yapıyorum. Polisler etrafımızda dolaşıp duruyorlardı. Subay olarak resmi elbi¬se ile yaptığım için ilişemiyorlar. Şikayetler Albaya kadar gidiyorsa da Albay şikayet¬lere aldırış etmiyor. Ayrıca Pazar günleri çayhanelerde Said Nursi ve Risale-i Nurları anlatıyorum.
Bir gün askeri yatakhanede nöbetçi subay ile asker arasında bir anlaşmazlık çı¬kıyor. Askerleri susturamıyor. O akşam bir yarbay beni alarak yatakhaneye götürdü. “Bizim subay hocadır. Size vaaz edecek”, dedi. Ben, “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta O'na başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın
lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. ‘Bismillah’ ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsili hikayeciği bak dinle. Şöyle ki“ deyip, birinci sözü ezbere sonuna kadar okudum. Askerde Allah sedaları yükselmeye başladı. Bir daha da yatakhanede uygunsuz bir hareket olmadı.
Günler böyle devam ederken, teskereye üç ay kala teğmen oldum. Apolete yıl¬dız takmış oldum. Benim bu açık çalışmalarım, nurcuların ve halk üzerinde olan korkuyu kaldırdı. Albay beni serbest bıraktı. Benimle uğraşmanın bir yararı olmadığının farkına vardılar. “Bu samimi bir insandır. Bir çıkar ve menfaat gözetmiyor. İnançlarını olduğu gibi söylüyor. Bundan zarar gelmez” diyerek beni serbest bıraktılar.
Teskereme bir ay kalmıştı. Camilerde konuşmaya başladım. Said Nursi ve Risa-le-i Nurları anlatıyorum. Ben, Kur'an'dan mahrum olduğum için Risale-i Nurları, Kur'an-ı Kerim'in hakiki bir tefsiri sanıyordum. Abiler de bize böyle telkin ediyorlardı. Çünkü Üstadımız Said Nursi, bunları kendi düşüncesine göre yazmıyordu. İhtiyari dışında Allah tarafından ilham (vahiy) ediliyordu. Risale-i Nur'da hata aramak, Allah korusun insanı nurculuktan çıkarmış olur. Risale-i Nur'da hata aramak Mehdi'yi inkar etmektir. Çünkü elimde Risale-i Nurlardan başka ne bir tefsir, ne de Kur'an-ı Kerim'in Türkçe anlamı vardı. İbadetlerin nasıl yapılacağına ait bir ilmihal dahi yoktu.
Bir gün kalabalık bir camide cumadan sonra Mehdi ve Süfyanı anlattım. Beşinci Şua'yı olduğu gibi ezbere okudum. O risalede bir takım rivayetler tevil edilerek anlatılı¬yor.
Alay yakın olduğu için bir vatandaş konuşmayı yarıda bırakarak doğru alay kumandanına koşuyor. “Sizin teğmen Mehdi'nin geldiğini ilan ediyor. Süfyan diye birinin çıkacağını söylüyor”, diye şikayette bulunuyor. Albay acele iki inzibat suba¬yı gönderiyor. Dışarıda beni tutuklayarak alaya götürdüler. Albay beni çağırmadı. Sabah¬leyin beni sivil mahkemeye sevk ettiler. Mahkemeye gönderildiğim bir anda Van'da duyu¬lunca, binlerce insan mahkemenin önünü doldurdu. Kalabalığı gören savcı ve hakim beni serbest bıraktığında, meydan “Yaşasın Adalet!” sesleriyle çınladı. Böylece askerlik görevimi bitirerek Van'dan ayrıldım. Bakanlık beni Malatya il emrine tayin etti. Milli Eğitim Müdürü şahsımı tanıdığı için Arguvan ilçesine bir nevi sürgüne gönderildim. İlçede tam kadro olarak Alevi vatandaşlar yaşıyorlar. Böyle bir ilçeye gönderildiğime cidden memnun oldum. 1958-59 öğretim yılında görevime başladım. İlçede cami var, fakat kapısı kapalı. İmam ve müftü yok. Kaymakama müracaat ederek camiyi açtırdım. Bazı vakitler memurlarla birlikte kılıyoruz namazlarımızı. Müracaatlarımız üzere Diyanet bir imam gönderdi. Cuma namazları da kılınmaya başlandı.
Ben o sene çocuklarımı götüremediğim için kendime bir ev kiraladım. Alevi vatandaşları birer ikişer eve davet eyledim. Birlikte Risale-i Nurlar okumaya başladık. Bir ay içinde otuz kişi olduk. Onlar hep bana şarabın helal ve haram olup olmadığını soruyorlar. “Bu sonraki bir mesele önce Rabbimize ve O'nun Kitabına iman etmeyi öğre¬nelim”, dedim. Risale-i Nur Külliyatından Sözler'in birinci sözünden başlayarak her ak¬şam bir söz okuyoruz. İlçede benden başka sünni öğretmen bulunmadığı için, halk üze¬rinde etkin oluşumu engellemek istediler. Halka korku vererek vatandaşların gelmesine mani oldular. Bu defa Risaleleri getirerek çevre köylere dağıtmaya başladım. Ne yaptılarsa hizmete engel olamadılar.
Yalnız, valiliğin almış olduğu bir karara göre terfi edemiyorum. Müfettişler ona göre rapor veriyorlar. Bir gün şöyle bir olayla karşılaştım: Sabahleyin okula geldiğimde, müdür dahil bütün öğretmenler oturdukları sandalyede uykuya dalmış, mışıl mışıl uyu¬yorlar. Sonradan öğrendiğime göre bir düğün evine davet edilmişler. Sabaha kadar içe¬rek uykusuz kalmışlar. Kendilerini uyarmadan sınıfıma gittim. Bizim okul hademesi de bir sınıfa girerek çocuklara aile bilgisi anlatıyormuş. Tesadüfen o saatlerde ilk öğretim müfettişi teftişe geliyor. Müdür odasına girince hepsinin derin bir uykuya daldığına şahit oluyor. O da uyarmadan sınıfları kontrol ediyor. Bakıyor ki, okul hademesi sınıfın içinde çocuklara aile bilgisi anlatıyor. Hiçbir şey demeden benim sınıfa geldi. Dersimi dinledi. “Bak hocam” dedi, “Ben Bektaşiyim. Biz Bektaşiler Allah'a inanırız. Allah'a inanan öğretmenlerle inanmayanların durumunu gözümle gördüm. Şimdi ben ne yapayım. Va¬liliğin hakkında talimatı var. Sana iyi rapor veremeyeceğim. Sabret, inşallah baskılar bir gün ortadan kalkar”, dedi. Üçüncü sene halk benim terfi etmediğimi öğreniyor. 20 kişi bir araya gelerek hakim beyi ziyaret ediyorlar. “Sizden bir ricamız var, ilçemizde sünni bir öğretmen var, terfi ettirilmediğini öğrendik. Bu üç senedir ilçemizde yaşantısını takip ediyoruz. Ayrıca nurcu olduğunu söylüyorlar. Mesela bunu bir örnekle size ifade edebiliriz. Erol Hoca dediğimiz bu kişi evimize izinsiz girmiş, çoluk-çocuğumuz içinde oturduğunu görsek kalbimize hiçbir şüphe gelmez. Bizden bir öğretmen yapsa onu has¬tanelik ederiz. Onun sınıfındaki çocuklar daha ahlaklı ve daha bilgili yetişiyor. Böyle bir öğretmen terfi ettirilmiyor da, her melaneti yapan bizim öğretmenler mi terfi ede¬cekler” diyorlar. Hakim Bey, “Ben ne yapabilirim” diyor. “Sen önümüze düş, valiye gidip durumu anlatalım”, diyorlar. Hakim Bey ricalarını kabul ederek, Vali Bey’le görüşüp terfi etmemi sağlamış oldu.
Yıl 1960 Mart ayı. Üstad Said Nursi'nin İsparta'dan Urfa'ya götürülüp İpek Palas Oteline yerleştirildiğini duymuştum. Kulağım radyoda. Mart'ın 23. günü bütün radyolar, Said Nursi'nin Urfa'da öldüğünü haber veriyordu. İnanmak istemiyordum. Malatya'daki kardeşlere telefon açtım. Haberi doğruluyorlardı. Ağlamaya başladım. Üç gün yemek yiyemedim. Çünkü Üstadım dünyayı terk ediyordu. Arguvan bana zindan olmuştu.
Okulumuz tatil olunca yine kendi köyüm olan Polat köyüne geldim. Üç öğretim yılı Arguvan'da bekar olarak çalıştım. Çocuklarımı götüremedim. Hafta içinde evimde gençlere Risale-i Nur okuyorum. Artık Türkiye'de tanınmış bir nurcuyum. Sungur Ağa¬bey her yıl ziyaretime geliyor.
Yine 1960 ihtilalinde kendi köyümde tatil yapıyorum. Komşum olan öğretmen Hasan Mumcu geçici olarak Belediye Reisi oldu. Hasan Bey’in hanımı, bizim hanıma Risale-i Nurları evden kaldırın. Bize örfi idare kumandanından telefon geldi. Sizin eve baskın yapılacak” diyor. Hanım korkarak, benim evde olmadığımdan istifade edip, Risale-i Nurları amcasının evine taşıyor. Ben çarşıdan dönünce baktım ki, hiçbir kitabım ortada yok. Hanım kızacağımı bildiği için hemen cevap verdi. “Belediye Reisine ilçeden telefon gelmiş, bizim eve baskın düzenlenecekmiş. Onun için Risale-i Nurları amcamın evine taşıdım”, dedi. “Hanım sen ne diyorsun. Risale-i Nur'un tokadını yeriz. Hiç bir Nurcu kor¬kar mı?”, dedim. Hemen koşup, Risale-i Nurları getirip kütüphaneye yerleştirdim. Za¬vallı hanım ikinci gün yine evde olmadığım bir vakitte babamın evine taşıtıyor. Eve geldiğimde bu defa, “Seni görevden uzaklaştırırlarsa biz perişan oluruz. Hiç çare yok evimiz basılacakmış”, dedi. “Bak hanım, böyle bir inanç senin ahiret ve dünyanı yok eder. Allah korusun seni dinden çıkarır. İnsanların rızkına Rabbim kefil olmuştur. Rızkı ya¬ratan, veren O'dur. O'nun izni olmadan hiç kimse beni görevden uzaklaştıramaz. Allah bir kulunu koruma altına alırsa, dünya üzerine gelse hiçbir şey yapamazlar. Bu sözlerin¬den dolayı, tövbe et ve Rabbine yönel. Allah bizimle beraberdir”, dedim. Ben hiç vakit geçirmeden babamın evine gidip Risale-i Nurları getirerek kitaplığa yerleştirdim. Ger¬çekten üçüncü günü örfi idare kumandanı olan yüzbaşı, bir başçavuş, üç jandarma eri eve baskın yaptılar. Hemen çalışma odama girdiler. Risale-i Nurları görünce beni su¬çüstü yakalamış oldular. Hanıma dedim “bunlara bir kahve yap”. Kahvelerini içtikten son¬ra görevlerine başladılar. Kitaplığımda ne kadar kitap varsa hepsini daktilo ile liste yapıp bir çuvala doldurdular. İçinde Kur'an-ı Kerim'de vardı. Beni jipe alarak kitapla¬rımla birlikte ilçe karakoluna getirdiler. Savcı gelip ifademi aldı. Üç jandarma hazırlan¬dı, beni Sivas'a gönderecekler. İhtilalde binlerce insanı Sivas'ta topladılar. Yüzbaşı eli arkada bir ileri bir geri gidip geliyor. Bir ara şöyle dedi: "Sizin gibi insanları Sivas'ta toplayacağız. Mahkeme etmeden götürüp Akdeniz'de boğacağız". Bu söz üze¬rine şehadet parmağımı kaldırarak, “Yüzbaşım bana bak, değil beni Sivas'a göndermen ve denizde boğman, etlerimi paramparça etsen, her parçasını bir tarafa savursan La ilahe illallah Muhammedenresulullah demekten vazgeçmeyeceğim. Eğer sende cesaret varsa yapacağını burada yapabilirsin” dedim. Gezerek bir tur daha yaptı. Savcıya hitaben “daktilodan o kağıdı çıkararak bana ver” dedi. Kağıdı yırtarak çöp sepetine attı. Jandar¬malara hitaben jipi hazırlayın emrini verdi. Bana dönerek “Arkadaş şu kitaplarını al, doğru Polat'a. Ben bu kazada olduğum müddetçe Doğanşehir köylerini gez ve davanı anlat. Kaşının üstünde kara var diyeni bana bırak”, dedi. Beni jiple köye gönderdi. Köy¬lüler artık benim bir daha köye dönemeyeceğimi, görevden atılacağıma tam olarak inanmışlardı. Bizim köyün geniş bir meydanı var. Bütün vasıtalar orada durur. Bir de ne görsünler, Erol Hoca askeri jiple kitaplarıyla birlikte tekrar geldi. Buna bir mana vere¬mediler. Sonradan beni tanıyanlar, yüzbaşıdan soruyorlar. “Erol Hocayı niçin Sivas'a gön-dermedin?” Şöyle cevap veriyor: “Davasına öyle inanmış ki, ne yaparsan yap, nereye gönderirsen gönder vazgeçmez. Böyle insanlara saygılı olmak gerekir. Ben de bir dava adamıyım. Dava adamı dava adamına eziyet etmez.”
O yıl içinde öyle nurcuları öğrendik ki, korkusundan Risale-i Nurları götürüp toprak altına gizlemiş ve ateşte yakanlar olmuş. 1960 Ekim ayında il emrine verildim. Sıtmapınar semtinde Cumhuriyet İlkokulunda göreve başladım. Böylelikle köy haya¬tım bitmiş oluyordu. Şehirde iman hizmetini daha geniş çapta yapacağıma inanıyordum. İldeki nurcular da benim ile tayin edildiğime çok sevinmişlerdi. Hiç vakit geçirmeden şehir merkezinde bir ev kiralayarak Risale-i Nur okumaya başladık. O zamanlar okul¬larda sabahçılık ve öğlencilik vardı. Ben hep sabahçı olmayı tercih ediyordum. Amaç, öğleden sonra boş kalıp, gece birlere kadar çarşıda, pazarda, çayhanelerde insanlara Risale-i Nurları okuyabilmekti. Elimde siyah çanta her an benimle birlikte gezerdi. İçinde ya mektubat ya Lemalar ya da Sözler bulunurdu. Her önüme gelene Risale-i Nur okumalarını söylüyordum. Nerde bir kalabalık görsem onlara Risale-i Nurları anlatı¬yordum. Öyle faal bir nurcuydum ki herkes bu hareketliliğime hayret ediyordu. Maa¬şımın çoğuna Risale-i Nur alıp, bedava dağıtıyordum. Çocuklarımı sıkıntıya sokuyor¬dum.
Merkezde hizmet bakımından çeşitli gruplar var. Özellikle Nakşi ve Ka¬diri tarikatı çok yaygındı. O zaman biz Nurcular tarikatçılarla iyi anlaşıyorduk. Onların itikatları ile bizim itikadımız arasında bir fark yoktu. Yalnız üstadları değişikti. Biz, Said Nursi'ye Mehdi diye inanıyorduk.
Sene 1969. Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim adlı kitabı elime geçti. Bir sene müddetle Risale-i Nurları karşılaştırdım. Allah'ın kitabını okudukça Said Nursi ve Risale-i Nur gözümde küçülmeye başladı. Bu nasıl Mehdi ki, her kitabın¬da Kur'an'a muhalefet ediyor, kendini Kur'an'ın üzerine çıkarıyordu. Sanki kendisine yeniden bir vahiy geliyormuş gibi, indi tevillerle Kur'an'ı yorumlamaya çalışıyor. Kur'an'ı kendi maksatlarına alet ediyor, kendini Kur'an âyetleriyle teyid etmeye çalışı¬yordu. Hazret-i Ali, Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani gibi kişilere iftira ederek on¬lara isnad edilen sözlerle bu asırda kendinin ve eserlerinin zuhur edeceğini onlara söy¬letmiş oluyordu. Artık nazarımda yalancı, sahtekar, bir yerlerin adamı olduğu meydana çıkmıştı. Cenab-ı Hakk'a çok şükür ki, bu tarihe kadar ömür verdi. Eğer Kadiri ve Nakşi (Süleymancı) tarikatlarında ecelim yetmiş olsaydı, müslüman olarak değil, Kadiri ve Sü¬leymancı olarak ölmüş olacaktım. Eğer 1969'dan önce ölmüş olsaydım tam bir nurcu iti¬kadında ölmüş olup, ebedi cehennemi boylamış olacaktım. Kadri, Nakşi, Nurcu olduğum zamanda dünyevi bir çıkar ve menfaatim yoktu. Samimi olarak ahiretimi kazanmak ve günahlarımın affedilmesi için gayret gösteriyordum. Cenab-ı Hak benim bu samimiye¬timi bildiği için beni kendi kitabı ile karşı karşıya getirdi. Rabbime hamd olsun bana hidayet etti ve beni kendi kitabı ile selamete çıkardı. 1970 yılında bir bildiri yayınlaya¬rak 1950 ile 1970 arasındaki geçirdiğim günlere tevbe ettim. Yeni baştan Kur'an-ı Kerim'deki İslâm'a yönelmiş oldum. Artık Kur'an-ı Kerim'in son kitap, Hz. Muhammed'in son nebi ve resul olduğuna iman ettim. Kur'an'ı Kerim'in haber vermediği müceddid, Mesih-üd-deccal, Sahib-üz-Zaman, Mehdi-yi Muntazır, Gavs, Kutub gibi hadis diye uydurulmuş sözlerin istismarından kurtulup hidayet kitabı Kur'an'da karar kıldım. Sahih hadis ve sünneti kendim için prensip edindim. Bu anlayışa geldikten sonra bir görevim kalmıştı: Risale-i Nur kitaplarına karıştırılmış bine yakın batıl inançları kimin yazdığını araştırmak. Said Nursi'ye hüsnü zan edenlere göre bu hurafeleri, Said Nursi'den habersiz talebeleri yazmıştı. İşte ben bu meseleyi öğrenmek için, abilerle gö¬rüşmek istedim. İlk önce Ankara'da Hacı Bayram semtinde bulunan Nur Dershanesine uğradım. Bekir Berk, Hüsnü ve Bayram Ağabeylere dedim ki; “hak ve batılın karışımın¬dan meydana gelen bu eserler gerçekten Said Nursi'ye mi aittir?” Bu sözüme şiddetli tepki gösterdiler. “Sen Risale-i Nuru anlamış olsaydın, bu soruyu bize sormazdın, çünkü bu risaleleri ne Said Nursi, ne de biz yazdık. Bu eserler baştan sona İlham-ı Rabbani'dir. Üstadımız Said Nursi bile Risale-i Nur talebesidir. Risale-i Nurlarda hata aramak, maksatlı kişilerin işidir”, dediler. Bunlardan net bir cevap alamadığım için Kastamonu'ya hareket ettim. Kastamonu'da Bediüzzaman'a sekiz sene hizmet eden Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyaret ettim. O da: “Kur'an-ı Hakimin otuz üç âyeti Said Nursi'ye işaret etmekte ve İmam-ı Ali (r.a.), Celculitiye ve Ercüze kitaplarında Said Nursi'nin bin dört yüz sene sonra zuhur ederek, Risale-i Nurları yazacağını bildirmiştir. Ayrıca Abdulkadir Geylani 9 asır önce Said Nursi ve eserlerinin ortaya çıkacağını müjdeleyerek beyan etmişlerdir” diyerek beni başından savmak istedi. Mehmet Feyzi bu görüşünü, Bediüzzaman Said Nursi Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 1994, s. 284'te beyan etmektedir.
Oradan doğruca Denizli'ye hareket ederek Ahmed Feyzi Efendiyi ziyaret ettim. Bu meseleleri onunla da konuştum. Yemin ederek; “Risale-i Nurdaki bütün yazılar, Üsta¬dımız Said Nursi'ye aittir. Şakirtlerin (öğrencilerin) bütün yazıları Üstadımızın uygun görmesiyle Risale-i Nurlara girmiştir. Ona gösterilmeden ve okumadan hiçbir talebenin yazısı, şiiri, Risale-i Nura alınmamıştır”, dedi. O da bana Said Nursi ve Risale-i Nur hakkında yazmış olduğu Maidetü'l-Kur'an adlı eserini gösterdi. En az kırk elli hadis ile Mehdi'nin geleceğini ve asırlarca beklenen Mehdi'nin Said Nursi olduğunu ispat etmeye çalıştı. Bu eseri Said Nursi tarafından tasdik edilerek tılsımlar mecmuasında neşir edilmiştir[11].
Denizli'den Isparta'ya hareket ettim. Husrev Beyle görüştüm. Üç günde ancak muvaffak olabildim. Ona dedim ki: “Bütün Risale-i Nurlar senin elinle yazıldı. Hiç kim¬se Risale-i Nurlara senin kadar vakıf değil.” Bir takım hurafeleri anlattım. “Bunları sizler mi, yoksa Üstad mı yazdı?”, dedim O da yemin ederek Üstadın yazdığını söyledi. “Bunlar siz¬ce doğru mudur?”, dedim. “Evet”, dedi. Mesela Asa-yı Musa Risalesinde Isparta'daki umum Risale-i Nur talebeleri ve on üç fıkra ile tadil edilmiş bir mektup var. Üstad bunu tas¬dik etmiş1. Orada aynen şöyle yazılmaktadır: “Ve Risale-i Nur'un şakirtlerini, talebe-i ulum sınıfına dahil edip, münker, nekir suallerine Risale-i Nurla cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermenizi rahmeti ilahiyeden dua ve niyaz eder; Hazret-i Kur'an-ı Azimüşşanın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i'cazı manevisini gös¬termesiyle ve umum kainata bakan kelamı ezeli olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur'un Mu'cizat-ı Kur'aniye ve Rumuzat-ı semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nurun gül fabrika¬sının serkatibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirtlerin fevkalade gayretleriyle asr-ı saadeten beri böyle harika bir surette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olama¬dığı halde, Risale-i Nurun kahraman bir katibi olan Husrev'e “yaz” emri buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması.”
Husrev'e dedim ki; “Levh-i mahfuzu hangi peygamber görmüştür, bir örnek ve¬rebilir misiniz?” Bu soru karşısında sustu. “Sen kim oluyorsun da Levh-i mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi bir Kur'an yazıyorsun. Orayı görmeden orada yazılış şeklini nasıl bilebiliyorsun? Bu sözden tevbe et” dedim. Etmedi.
Bunda sonra İzmir'e döndüm. Karşıyaka'da tuz fabrikası olan bir nurcunun evinde toplandık. Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabında mevcut olan birinci şua, sekizinci şua, yirmi sekizinci lema, on sekizinci lemadaki Allah'a, Resulüne, kitabına, Hz. Ali (r.a.)’ye yapılan iftiraları anlattım. Bunlara inanmayan nurcu olamaz deyip bana karşı çıktılar. “Sen Risale-i Nurları anlamamışsın. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Risale-i Nurun hakkaniye¬tine bir delildir”, dediler.
“Bakınız”, dedim; “Üstad Said Nursi, Sözler Mecmuası 25. sözde Kur'an-ı Kerim'i şöyle tarif ediyor: ‘Şu alemi insaniyetin mürebbisi ... ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetin ma ve ziyası... ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyet-i saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi. Ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı zikir, hem insanın bütün hacat-ı manevisine merci olarak çok kitapları tazammun eden tek cami-i bir kitabı mukaddestir,”.
Said Nursi Kur'an-ı Kerim'i böyle tarif ederken nurcular, Risale-i Nur kitapları için aynı tarifi yapıyorlar.
Müellifin (Said Nursi'nin) vasiyetnamesi münasebetiyle Halil İbrahim'in Risale-i Nur hakkındaki Nur şakirtleri namına yazdığı bir fıkrasının bir parçasıdır[12].
Halil İbrahim adlı bir nurcu, Risale-i Nur'u şöyle anlatıyor:
“Risale-i Nur, Nur'dan bir ibrişimdir. Kainat ve kainattaki varlıkların tesbihleri onda dizilmiştir.
Risale-i Nur, alıcı ve vericiyle cihazlanmış bir Kur'an ilaçlarıdır. Onun teli, lam¬baları, ampulleri ve bataryaları durumunda olan satırları, kelimeleri, harfleri öylesine düzenli ve öylesine mucizelidir ki, yarın her ilim, fen adamları, her meşrep ve meslek sahipleri, gerek gayb aleminden (görünmeyen dünyalardan), gerek görünen âlemden ve gerek ruhlar âleminden, kainatta cereyan eden olaylardan bilgi ve yetenekleri ölçüsün¬de haberdar olabilirler. Çünkü Risale-i Nur, bir yayılmış biçimidir.
Risale-i Nur, insanlara bir hidayet hediyeleri, bir saadet vesilesi, bir şefaat aracı ve bir rahmanın feyiz kaynağıdır. Risale-i Nur, ilk baharın feyzini veren bir ölümsüzlük suyudur. Rahmet kaynağı, hakikat kalesidir. Ve bir gül bahçesinin gül bahçesidir.
Risale-i Nur, Tanrı'nın lütfu, imanın üstün derecesi, Kur'an'ın işareti ve ihsanın bereketidir.
Risale-i Nur, kafire ziyan, inanmayanlara tufan, delâlete düşmandır.
Risale-i Nur, bir gizli hazinedir. Bir cevahir sandığı ve bir nurlar kaynağıdır.
Risale-i Nur, Kur'an'ın gerçeği, imanın miracıdır.
Risale-i Nur, evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, manaların özü, Tanrı'nın vergisi ve ihsan edilmiş bir hediyesidir.
Risale-i Nur, hastalara şifahane, zemzem suyu, sağlara hakikat besini, reyhan kokusu ve misk ile amberdir.
Risale-i Nur, Hazret-i Muhammed'in vadettiği kitaptır. Hazret-i Ali'nin teyid et¬tiği kitaptır. Abdülkadir Geylani'nin yardımını sağlayan kitaptır. İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali'nin tavsiye ettiği kitaptır. Hz. Ömer'in haber verdiği kitaptır.
Risale-i Nur, Kur'an güneşinin yedi renginden saçılmış bulunduğundan, bu haki¬katte tam tecelli ettiğinden; hem bir şeriat kitabıdır, hem bir dua kitabıdır, hem bir emir ve çağrı kitabıdır, hem bir zikir kitabıdır, hem bir düşünce kitabıdır, hem bir gizli ilimler kitabıdır, hem bir tasavvuf kitabıdır, hem bir mantık kitabıdır, hem bir kelam kitabıdır, hem bir ilahiyat kitabıdır, hem bir sanat teşvikçisi kitabıdır, hem bir edebiyat ve sözler kitabıdır, hem bir vahdaniyet kitabıdır, hem de muarızları susturma kitabıdır.
Risale-i Nur'un parçaları, dünyanın manevi semasının güneşleri, ayları ve yıl¬dızlarıdır.
Güneşten, aydan, yıldızlardan bütün kainat nasıl aydınlanıyor ve bütün eşya onlarla nasıl hayat buluyorsa, çağımızdaki bütün insanlık dünyası da Risale-i Nur'dan hayat bulur.
Risale-i Nur, Kur'an'ın tasarrufunda bulunduğundan ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve dil kurur. “[13]
Halil İbrahim
Yine aynı şekilde Said Nursi, Nur suresi 35. âyetim şöyle açıklıyor: “Nasıl ki elektriğin kıymettar meta-ı (fayda ve menfaati, kıymetli eşyası) ne doğudan, ne de batıdan celbedilmiş (getirilmiş) bir mal değildir. Belki (katiyetle) yukarıda, cevvi havada (gök boşluğunda) rahmet hazinesinden, semavat (gökler) tarafından iniyor. Her yerin maldır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur”, der. Öyle de manevi bir elektrik olan Resail-in-Nur dahi ne doğunun bilgilerinden, ilimlerinden ve ne de batının felsefe fenlerinden gelmiş bir mal ve onlardan olduğu gibi alınmış bir nur değildir. Belki semavi olan Kur'an'ın doğu ve batının üstündeki yüksek arşın makam ve derecesinden alınmıştır[14].
Risale-i Nur talebelerinden Hasan Feyzi aynı âyeti şöyle açıklıyor:
“Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından mucizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına artık şek şüphe yok. Fakat, acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve benzeri görülmüş müdür?
Mensur ve Türki ibareli olduğu halde yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasip olmaz.
Kur'ani Arabi'den Türkçe sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve nurlar kalplerde senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen ayine-i cila ve âlem-i kalbe ve ruh-u revana gıdasın. Çünkü sendeki mukayese ve muhakemelerin vaka ve temsillerin bir naziri bir daha gösterilemez. Allah Allah!... Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve kelimat ve teşbihatın, arş-ı azamdan indiği muhakkaktır[15].”
Bu aşırı ve saçma sapan medhiyeyi yapan Halil İbrahim adlı bir nurcu ise de, “Medresetüz-Zehra namına biz de iştirak ediyoruz!” diyen Osman Rüştü, Refethusrev, Said, Hilmi, Mehmet, Nuri adlı büyük nurcular bu deli saçması medhiyeye katılıyorlar.
Yalnız dikkat ederseniz, medhiyenin saçmalığı yanında bir de anlamı vardır: Bu aşırı övmelerle, Risale-i Nura kutsal kitaplar ölçüsünde, mesela Kur’an’ı Kerim gibi bir kutsallık verilmek istenir. İşte temel amaç budur ve iyice eleştirilerek okunduğunda, bu anlam kendiliğinden ortaya çıkar. Neden derseniz, bu medhiyedeki niteliklerin çoğu, peygamberlerin, kutsal kitapların söz konusu edildiği yerlerde kullanılabilecek niteliklerdir. Mesela; “Evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, Kur’an’ın saçılmış biçimi...” gibi sı¬fatlar, velilerin, ulu kişilerin eserlerine bile verilmez. Yani herhangi bir eser şöyle dur¬sun, Kur'an gibi semavi bir kitabın dışında hiçbir eser için böyle söylenemez. Şimdiye kadar da söylenmemiştir. “Evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, Kur’an’ın saçılmış biçimi" ne demektir, bunların üzerinde durup düşünmek gerek.
Sonra Risale-i Nurun, Kur'an'a bir benzetiliş var bu övgüde: Şeriat ilminden, edebiyat ilmine kadar her çeşit ilmin Kur'an-ı Kerim'de bulunduğu nasıl söz konusu ediliyorsa, bu övgüde Risale-i Nurun da aynı özelliği taşıdığı anlatılmak isteniyor. Yani demek istiyor ki:
“Risale-i Nur da, Kur'an gibi bütün ilimleri içine almıştır.”
Nur suresi 35. Âyet-i meali:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya, ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacı(nın yağı)ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi bilir." (Nur:35)
Said Nursi, Halil İbrahim, Hasan Feyzi birbirlerine destek vererek Risale-i Nurların Kur'an gibi arş-ı azamdan indiğini, alındığını, Kur'an'la mukayese yapıldığını açık¬ça beyan ediyorlar. Ey okuyucu! İskender Evrenesoğlu ile bunların ne farkı var? Bunlar tevbe etmeden ve tevbelerini açıktan ilan etmedikçe, bunlara nasıl müslüman diyelim? İslâm'a bunlar gibi zarar vermeyen ve müslüman olduklarını söylemeyen Hıristiyan, Yahudi, Budist, Brahmanistlere niçin kafir, müşrik diyoruz da, müslümanız dedikleri halde Hak olan İslâm'a bütün batıl çeşitleri karıştırıp, kendine özgü bir din, bir mezhep, bir tarikat oluşturanlara aynı kelimeyi söylemiyoruz. Halen bunların cenaze namazlarını kılıyoruz. Cahilliye devrinde Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Mugireler, Ebu Talipler na¬maz kılıyor, oruç tutuyor, hac yapıyor, sünnet oluyor, sadaka veriyor, kurban kesiyor, kısas uyguluyor, dini nikah yapıyor, bizim yaptığımız ibadetlerin hepsini yapıyorlardı. Allah birdir diyorlardı. Müşrik ve kafir olmalarına sebep olan şey; hakkın içine akla hayale gelmez batılı karıştırdıkları halde, hakta olduklarına inan¬maları değil miydi?
Ey Nurcu! Risale-i Nurun içerisinde binden fazla batıl inanç mevcuttur. Bu zih¬niyetin yıkılması, Kur'an'ı okuyup, anlayıp, yaşamakla mümkündür.
Nurculuğun din içinde ayrı ayrı bir din olduğunun farkına vardım. Hemen yazılı bir bildiri yayınlayarak Nurculuktan da tevbe ettim. Yeniden şehadet getirerek Kur'an-ı Kerim'deki İslâm'a dönüş yaptım. Allah bana ömür verdi ve hidayet etti de böylece müşrik olarak ölmekten kurtulmuş oldum. Eğer 1950 ile 1970 arası ölmüş olsaydım, ebediyen cehennemi boylamış olurdum.
Benim gibi hızlı ve samimi bir kimsenin bu ekolden ayrılışı Nurcuları çok üzdü. Malatya Nurcuları, Risale-i Nurun tokatını yedikten sonra tekrar döneceğim hususunda yer yer ihtarda bulundular. Elhamdülillah o günden bu güne otuz yıl geçtiği halde tokat yemedim. Ak¬sine Rabbimin bitmez tükenmez nimetlerine kavuşmuş oldum.
Malatyalılar bilirler; elimde siyah bir çanta içinde Kur'an-ı Kerim taşıyorum. Açıklanmış Türkçe anlamını devamlı okuyorum. Artık önüme gelene Allah'ın kitabını okumaya davet ediyorum.
Üç tarikatı; Nurculuk, Nakşilik, Kadirilik tarikatını yaşadığım için bu üç zümrenin içindeki bütün şirkleri gözümle gördüm.

BİR ZAMANLAR “MEHDİ” OLARAK İNANDIĞIM SAİD NURSİYİ KENDİME SORULAR SORARAK YENİDEN DÜŞÜNDÜM

Soru- Said Nursî ile ilgili şu sözler beni şaşırtıyor:
“… yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamış. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verirmiş[16].”
Buna gerekçe olarak deniyor ki, rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla Kur’an ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiş[17].
Cevap- Bir kimsenin Allah’ın Elçisi tarafından bilgi sahibi kılınması Şiilere has iddiadır. Onlar bunu, Ali’nin (r.a) soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler:
"... İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git¬memiş, bir eğitimciden bir şey öğren¬me¬miştir. ...Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre¬seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so¬rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü¬şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir...[18]" İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy¬ladır... [19]"
Soru- Bir peygamberin böyle görevi olur mu?
Cevap- Elbette olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)
Allah Teâlâ, Peygamberimize şöyle emrediyor
"De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını¬zın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş¬mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin." (Kehf 18/110)
"De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından kimse kurta¬ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula¬mam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, onun gön¬derdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
Soru- Said Nursî’nin öğrenim hayatı ile ilgili bilginiz var mı?
Cevap- Kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur[20].
“Tarihçe-i Hayatı”na göre de önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş ve İzhar’a kadar okumuş, daha sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilim dalına ait eserleri incelemeye koyulmuş ve İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir. Ders aldığı diğer alimler şunlardır: Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah[21].
Soru- Öyle ise öğrenimini üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası nereden çıkıyor?
Cevap- Halkın hurafelere olan ilgisinden yararlanıp dikkat çekmek istemiş olabilir. Zamanın harikası demek olan “Bediuzzaman” lakabı da öyledir. İddiaya göre bu lakap, onun olağanüstü ilmini gören ilim adamları tarafından verilmiştir[22].
Soru- Said Nursî’nin sözleri arasında ciddi tutarsızlıklar görülüyor. Şu sözü hakkında ne dersiniz?
“Ondört yaşında idim. O zaman icazet almanın alameti olan, üstad tarafından bana sarık sarılmasının ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıktı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara has giysi bana yakıştırılmadı.
Diğer yandan büyük âlimler, bana üstad değil, ya rakib ya teslim oluyorlardı. Kendini benim yanımda üstad görecek biri çıkmamıştı.
Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık göndermişti, şimdi o cübbeyi giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım[23].
Cevap- Said Nursî’nin 14 yaşında ilim adamlığı payesine ulaştığı iddiası temelsizdir. Çünkü Tarihçe-i hayatı’na göre on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisi sünuhat, yani kalbe doğan manalar kabilindendi. Sonra bunlar yavaş yavaş kaybolmağa başladı[24]. Sünuhata ilim dense yeryüzünde alim olmayan kimse kalmaz.
Soru- Hem sünuhat, hem Said Nursî’nin her soruya tereddütsüz cevap verdiği iddiası bunların ona Allah’ın ilhamı, olduğu anlamına gelmez mi?
Cevap- Böyle bir iddianın varlığı ortada. Bunu Said Nursî açıkça söylüyor. Şu sözler ona aittir:
“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!
Bu sözün açık anlamı; asr-ı saadette Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’ân’ın arştaki yerinden ve manevi mu'cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[25].”
Yani Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek onun gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor.
Soru- Bu sözü ile o, kendini peygamber seviyesine çıkarmıyor mu?
Cevap- Peygamber olduğunu söylemese de yukarıdaki sözlerin o manaya geldiği açık. Ayrıca Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği iddiası, kendi kitabının Kur’an’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.
Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle diyor: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçili¬ğini yapmamış olursun" (Maide 5/67) Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu.
Soru- Bunlara inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı saymış olmaz mı?
Cevap- Said Nursî’nin şu sözlerini de dinle, sonra karar ver:
“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilleridir. Kur’an âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[26].”
Yani Said Nusrî’ye göre Kur’an delil olmaktan çıkmış, delile muhtaç hale gelmiş ve Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’an âyetlerinin delili olmuştur. Böyle bir kitabın hatasız olması gerekir. Said Nursî, bu iddiayı da yapıyor ve şöyle diyor :
“Sözler”[27] şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[28].
Soru- Nurcuların Kur’an okumayıp Risale-i Nur okumalarının sebebi bu olmalıdır herhalde?
Cevap- Said Nursî, insanları kendi kitaplarına çekmek için hiçbir şeyi eksik bırakmamış. Şöyle diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir "hablullah" yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[29].
"Urvet-ül vüska" ve "hablullah" Kur’an’a ait özelliklerdir[30].
Soru- Risale-i Nur’un, Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiası, zaten her şeyi açıklamıyor mu?
Cevap- Bu iddia birden fazla yerde tekrarlanır. Onlardan biri de şudur:
“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir[31].”
Risalelerden "Âyetü’l-Kübrâ" yı örnek verip oradaki iddiaları adım adım izleyelim:
1- Said Nusri’ye yazdırıldığı iddiası:
“Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı[32].”
2- Adını İmam Ali’nin verdiği iddiası:
“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerde (keramat-ı gaybiyesinde) bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa" adlarını vermiştir[33].”
3- İmam Ali’nin şefaat dilediği iddiası:
“İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…[34]”
4- Risale’nin lâ ilâhe illallah sözünün olağanüstü delili olduğu iddiası:
“Lâ ilâhe illallah’ın hücceti ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[35].
5- Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası:
“.. o risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraet kazandırmağa sebep olduğu gibi…[36]”
6- Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası:
“… hükûmet dairelerinden birisi … gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde; tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un bir talebesi yanıma geldi, dedi: "Biz yanıyoruz, mahvolduk." Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyet-ül Kübra'nın bir kısım basılı nüshalarını yanıma getirmesini söylemiştim, fakat getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risale-i Nur'u ve Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yapıp: "Ya Rabbi kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur'un ve Âyet-ül Kübra'nın korumasında olan mağazaya kat'iyyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da sağlam kaldı…[37]”
Soru- Aklıma İmam Ali takıldı. Risale’nin adını neden o koyuyor?
Cevap- Said Nursî ona, Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu iddia ediyor. Kendi kitabı da, o zaman için, geleceğin sırlarından olduğuna göre onu Ali’nin bildirmesi tabiidir. Said Nursi özetle şöyle diyor:
Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz Ali'nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum"
İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:
"Dünyanın başından kıyamete kadar bütün ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[38].”
Soru- Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Peygamberimizin bu ilim ve sırları bilmediği kesin olduğu için İmam Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş oluyor. Said Nursî bu bilgiyi nereden almış?
Cevap- Kur’an’ın alındığı yerden aldığını söyledi ya?!!
Soru- Bununla ne elde etmek istiyor?
Cevap- Risale-i nuru ve şakirtlerini kutsallaştırmak[39].
Soru- Bunlar benim kanımı dondurdu. Ne kötü iddialar!...
Cevap- Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra "bu Allah katındandır" derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[40]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79).
Soru- Tanıdığım bir çok nurcu var. Bunlar bilgili, efendi, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve özellikle öğrenci yetiştirmek için çaba gösteren insanlardır. Bunların ne olacak? Bu anlattıklarınızı onların çoğu bilmiyor.
Cevap- Doğru, Risale-i nurlar içinde çok güzel şeyler de var. Onlardan bazılarını ben de beğeniyorum. Tanıdığınız Nurculara sorun, kendilerine okunan bölümlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Dili ağır olduğu için onları da anlamazlar. Ama bütün bunlar nurcuları kurtarmaya yetmez. Bunlar akıllarını kullanmadıklarının cezasını çekeceklerdir. Çünkü Allah "..pisliği aklını kullan¬mayanların üs¬tüne yığar." (Yunus 10/100)
Soru- Akıllarını kullanmadıklarını nereden biliyorsunuz?
Cevap- O kitapların Said Nursî’ye yazdırıldığı söylenince hiçbirinin sesi çıkmaz. Buna ses çıkarmayan, hiçbir şeye ses çıkaramaz.
Soru: Gerçekten onlar Said Nursî’ye olağanüstü bir değer veriyorlar. Bu beni her zaman tedirgin etmiştir.
Cevap- Bu olağanüstü değeri Said Nursî kendine veriyor. Onlar da bu konuda onun arkasından gidiyorlar. Mesela şu şiiri, Abdülkadir Geylânî’nin, sekiz asır önce Said Nursi için yazdığı iddia edilir.
Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müri¬dim ister doğuda olsun is¬ter batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada[41]”
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar[42]. İspat için, cifir ilmi denen hayali şeylere dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:
"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."
Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:
“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın dediği gibi hep koruma altında olmuştur.
Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir[43].
Bu inancın Kur’an’a aykırılığını gösteren âyetlerden bir kısmı şöyledir:
“Darda kalmış kişi dua ettiği za¬man onun yar¬dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü¬nün hakimleri ya¬pıyor? Allah ile be¬raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu¬nuz..“ (Neml 27/62)
Güç yetirilemeyen konularda Allah’¬tan baş¬ka¬sından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır? Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki, Allah’ın dışında kuruntu¬sunu ettikle¬ri¬nizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gi¬der¬meye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yeti¬rebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahme¬tini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 17/56-57)
“Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğu¬nuzu bilir.
Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey ya¬ratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirile¬ceklerini de bilemezler.” (Nahl 16/19-21)
Soru- Said Nursi ölmüştür; kendini savunamaz. Böyle biri hakkında konuşmak doğru mu?
Cevap- Said Nursi hesabını Allah’a verecektir. Bizim ona fayda veya zarar vermemiz düşünülemez. Belki ölmeden önce batıl inançlardan tevbe etmiş ve Allah’ın huzuruna günahsız gitmiş de olabilir. Bizi ilgilendiren, onun kitaplarını, dinin kaynaklarından sayan büyük bir cemaattir. Ben onları uyarmaya çalışıyorum.

FETHULLAH GÜLEN HOCA EFENDİ

Zaman gazetesi, 29 Kasım 1996 Perşembe
[Birden “ya Hamza!” dedim...]
Küçük Dünyam -2- Röportaj: L. Erdoğan
Yayına hazırlayan: A. Aymaz, A. Kurucan

L. Erdoğan soruyor:
“Son Avcılar kampında Bedir ashabıyla alakalı bir hadise olmuş. Bedir Ashabıyla alakalı başka hadiseler de varsa anlatır mısınız?”
Fethullah Gülen anlatmaya başlıyor:
“Hz. Hamza ile alakalı müşahedelerime gelince bunların hepsini hatırlamam imkansız. Hatırlayabildiklerimden bir ikisini kısaca arz edeyim: İhtilalden sonraydı. Salih Bey, Cevdet ve ben, üçümüz Ankara'dan İstanbul'a geliyoruz... Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu. Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi ve rampanın dibine indiğimizde de bujiler su aldı ve araba stop etti. Bir iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldı¬rıp sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz açayım dedim. İçeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Koca koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta onlardan bir kaçı sağımızdan, solumuzdan geçerken, “geçen sene burada bir sürü taksi sü¬rüklendi gitti”, diyerek moralimizi de bozdular... Cevdet soğukkanlı ve gülüyor. Salih Bey ise benim adıma endişeli.
Arkadaşlara, “dua edin”", dedim. Her ikisi de, “Sizi kalas yüklü bir kamyona bin¬direlim, biz arkadan geliriz” diyorlardı. Tabii ki kabul etmedim. Ben araba için endişe¬leniyordum; zira o araba bizde emanet olarak bulunuyor, ya giderde şu kıyıdaki bariyerlere çarparsa diye ödüm kopuyordu. Zaten böyle olmaması için de herhangi bir sebep yok. Selin ortasında ordan oraya sürüklenip duruyoruz. Yer yer diğer arabalar bizim üzerimize, biz de onların üzerine gidiyoruz. Direksiyon hakimiyeti diye bir şey yok ve tabi yapacak da. Adam üzerimize gelmeyin diye bağırıyor. Nasıl gitmeyeceksin, sel tutmuş, seni oraya sürüklüyor... Sonra bakıyorsun, aynı adam senin üzerine geliyor. Bütün bunlar olurken benim “fikri sabitim”dir. Kibir o değişmiyor. Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet, durmadan bunları düşünüyorum.
“Bir ara baktım ki, büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara “dua edin” dedim, kendim de "Ya Seyyidena Hz. Hamza! Ya Seyyidena Hz. Hamza!", diyerek o yüce ruhu imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk'a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas yanımızdan geçerek gözden kayboldu. Ve hayrettir, selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı. Olayın şahitleri var. Bu değişikliği ve birden selin hızının azalması fiziki kanunlarla imkansız ki, Cenab-ı Hak, o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi.
Hz. Hamza (r.a.) ile alakalı bir başka müşahedem de şudur: Kaldığım yerin salo¬nunda arkadaşlarla öğle namazını kıldık. Ben son sünneti kılmak için odama döndüm. Bir tuhaf ruh haletinde bir garip müşahede; baktım cin diyebileceğim bir yaratık. Biraz da Tatarlara benziyordu. Beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı.
Teferruatını unutmuşum. Ancak çok bunaldığımı hatırlıyorum. Birden istimdat ile “Ya Hz. Hamza!” dedim. O şanlı sahabi benim gibi aciz bir insanın davetine icabet etti ve adeta odanın içinde belirdi... Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu”. (Fethullah Gülen’in sözü burada bitiyor.)
Fethullah Hoca, Hitab Çiçekleri kitabında da böyle bir tehlike anında “Ya Hz. Hamza!”, diye çağırdığında Hz. Hamza'nın ruhunun orada hazır olacağını söylüyor.
Fethullah Hoca'yı bu itikata sürükleyen Üstadı Sait Nursi, Hz. Hamza hakkında bakın ne söylüyor:
Mektubat altıncı baskı 1991 İstanbul. Birinci mektup. Dördüncü Tabaka-i Hayat.
S. 6. hatta seyyid-üş-şuheda olan Hz Hamza (r.a.) mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayan, müslümanım diyen her Allah’ın kulundan rıza-i ilahiyi kazanmak için bir istekte bulunsam kabul eder misiniz? Kabul ederiz derseniz, isteğim şudur: İslâm'ı temelinden saptıran ve İslâm adına binlerce eser yazan bini aşkın batıl tarikat ve mezhep kurulmuştur. Bunlar Kur'an ve sünnet diyerek hak ve batılın karışımı bir kültür oluşturmuşlardır. Bin yıldan beri bu kültür İslâm coğrafyasına hakim durumdadır. Bunların sahtekar, yalancı, münafık, müşrik ve kafir olduklarını ve çürük ipliklerini pazara çıkarma zamanı gelmiştir. Bunları hiçbir maddi güç yolundan çeviremez. Bunları toptan piyasadan silmenin bir tek yolu var. O da her müslümanın, Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i baştan sonuna kadar bir kere okumasıdır. Göreceksiniz ki, bu bine yakın tarikat ve batıl mezheplerin hiç birinin Kur'an'da yeri yoktur. Bu sapıkları, Kur'an'ımız müslüman olarak kabul etmiyor. İnşallah bu tavsiyemi tutar, Kur'an'ı bir kere okursunuz da bu zalimlerin zulmünü Allah'ın izniyle önlemiş olursunuz. Bu hu¬susta bendeniz size bir öncülük yapmak istiyorum. Ölülerin, ne zaman tekrar dirilecek¬lerinin bilincinden de mahrum olduğunu belirten Nahl suresinin 20-22. âyetleri, aynı zamanda onların da yardıma ihtiyacı olduğunu; kimseye yardıma kudretleri bulunma¬dığını da belirtmektedir. Adı geçen âyetlerin nüzulunda müşriklerin diktikleri putlardan, isimleri ve anılarına yaptıkları putları vesile kılarak kendilerinden (adına putlar diktikle¬ri ölülerinden) yardım talep ettiklerine değinilmekte ve hele ölülerden yardım talep et¬menin, ölülerin de yardım edebilmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Ayette ölüler için “Ne zaman dirileceklerine dair şuurları da yoktur” buyurularak ölülerin tekrar dirilecekleri vakte kadar bilinçten (şuurdan) da yoksun oldukları belirtilmektedir.
Kabirdeki ölüler bir şey de hissetmez. Ta ki Allah, onları yeniden diriltene ka¬dar. Nitekim ne zaman dirileceklerine dair bilgileri de yoktur ölülerin. Artık bir daha dünyaya gelici de değildirler.
Bakınız Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Onların ateşin karşısında durdurulup –Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak dediklerini bir görsen!... ”
“Hayır daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer geri gönderilseler yine kendilerine yasaklananlara dönerler. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.” (En’am 27-28)
Resulullah da yaşadığı zamanda bir takım müşküllerle karşılaşmıştır. Ümmetin maişetinden tutunuz, onlara yapılan zulme, düşmanlarını savmaya kadar karşılaştığı müşküllerin çözümünde Allah'ın Resulü nasıl davranmış, kimden istimdat etmiştir ki, ümmetine de onu tezkiye etsin, aynı yolu salık versin.
Nitekim Uhud Harbi ile ilgili olarak, düşmanın şehirde ya da şehrin dışında ova¬da karşılanması konusunda farklı fikirlerin oluşması ve bir müşkülün ortaya çıkması, bu müşkülün halli ile ilgili ayete bakıldığında çözüm usulünün de beraberinde bulunduğu görülür. Allah “Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güven, O'na tevekkül et” buyurmaktadır. Yani düşünülüp, taşınılıp, istişare edilip uygun görülen bir karar verilecektir ve Allah'a tevekkül edilecektir.
Müşküller dünyada böyle çözülecektir. Müşküllerin çözümünde Allah'tan gayrisinin yardıma gücü de yoktur, yardım edebilmesi mümkün de değildir. Hele ölülerin bu yardıma hiç imkanları yoktur. Zira ölüler yeniden dirilecekleri vakte kadar hiçbir şeyden haberdar da değillerdir. Şehidlere ölü denmemesinin sebebi ise onların cennette rızıklanıyor olmasıdır. Yoksa dünyaya gelip gezmeleri herhangi birine yardım etmeleri veya yardıma gönderilmeleri değildir.

İNCELEMELERİME BAŞLAYIŞIM

1971 yılından başlayarak 2000 yılına kadar 466 tarikat inceledim. Her tarikatın öz kaynakları temin edilerek bir kütüphane meydana gelmiş durumda. Hiç kimseye iftira edilmiş değildir. İftiradan Allah'a sığınırım. Okuyanlar göreceklerdir ki, tasavvufçulara bir iftirada bulunmadım. Ve kendi inançlarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitapla¬rından inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'an-ı Kerim âyetleri ve Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu Allah'a (c.c.) birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmamın dışında her¬hangi bir iftirada bulunduğumu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren bir takım kişilerin yolunu izleyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarım nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki, hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından dinlerini naklettim. Bu ki¬tapların adlarını, basma yerlerini ve alıntı sayfalarını dilleriyle beraber belirttim. Böyle¬ce zan ve şüpheleri kesin yakin ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Yine de bir takım kimseler duyup araştırmadan hücum oklarını şahsıma yöneltecekler. Kafirleri bırakıp müslümanlarla uğraşıyor diyecekler. Ama böylelerine yavaş olun demek istiyorum. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek, sıfatlarıyla nitele¬mekten başka bir şey değildir. Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutların¬dan akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhiddir demiyoruz. Hatta münafıklık yap¬maya alışmış, aldatmak ve kandırmada hüner kazanmış bir takım şeyhleri, hem mü¬minler, hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değilim. Ne tuhaf¬tır ki, adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere biniyoruz, ehlin¬den başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmaya yahut batıla hak adını vermeye neden öfkelenmiyoruz? Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz ola¬rak isimlendiren, yahut acıya tatlı diyen, yahut bire üç diyen, yahut bir mezhebin görüşü¬nü başka bir mezhebe nisbet eden, yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde, tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarlarının etrafını kabe gibi tavaf ederek sağır taşlardan meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri körlük ve cehaletle suçlamıyoruz? Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizleyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için “sadece yanılmışlar” demekle nasıl yetinilebilir?...
Hayret ediyorum, hadis uydurup Resulullah'a (s.a.v.) nisbet eden veya Allah (c.c.) üçte biridir diyenleri tekfir ediyoruz da, ilk sofunun Resulullah (s.a.v.) olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah (c.c.) her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyleyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için mümin olduklarını nasıl söyleyebiliriz?
Gerçeği yalnızca gerçeği savunmak. Her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelenmemizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstün¬lük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda kafirlik yapmış oluruz. Şüphe yok ki, hakkı savunmak ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüz karası zilletin en kötüsü, iki yüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan benim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki, karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız, hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlamanız ne garip bir şey!
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki, söylediklerinizin hiçbir yararı olmayacaktır. Unutmayınız ki, bütün söylediklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve duygusal gazelleriyle sersem gibi yapar. Tatlı rüya neşesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalplerinin orta¬sına zehirli hançerini saplar.
Sene 1974 Yeşilkaynak Lisesinde din derslerine giriyorum. Sınıfın birinde şöyle bir olay meydana geldi. İslâm'ın amentüsünü anlatıyorum. Sırada bir çocuk arkadaşını yumruklamaya başladı. Olaya müdahale ettim. “Arkadaşını niçin yumrukladın?”, dedim. “Öğretmenim, bu çocuk kulağıma yaklaşarak benim Tanrım Mao'dur”, dedi. Onun için vurdum. Böyle inanan çocuğu ayağa kaldırdım. “Gerçekten Mao'nun Tanrı olduğuna inanıyor musun?”, dedim. “Evet”, dedi. “Bak yavrum, Mao bir insandır. Senin gibi yer ve içer. Evlenerek çoluk çocuk sahibi olmuştur. Ömrünü tamamlayarak dünyadan ayrıl¬mıştır. Bundan sonra sana kim tanrılık yapacak?”, dedim. Çocuk, kendi inancına göre çok makul bir cevap verdi. “Mao'nun düzeni devam ettiği güne kadar, benim tanrım ölmemiştir”, dedi. Bu çocuk dinin ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu. Hemen not defterini cebimden çıkararak öğrencilerin huzurunda samimi inancından dolayı on numara verdim. Böyle bir çocuk dövülmez, kovulmaz ve kınanmazdı. Bu çocuğu döven öğrenci, “Din hocamız, İlahım Mao diyene on verdi” diye mahalleyi tahrik ediyor. Sabahleyin 20 veli ile okula gelip, beni okul müdürüne şikayet ediyorlar. Okul müdürü çocukla bir¬likte beni odasına çağırdı. “Bu veliler, hakkınızda şikayetçi. Sen ilahım Mao diyene on vermişsin.” “Evet”, dedim. Müdür Beye ve sayın velilere, “İlahın kimdir? diye çocuğa sorun”, dedim. Çocuk, “Benim ilahım şüphesiz Mao'dur”, dedi. “Gördünüz mü? Siz kula¬ğınızla duydunuz. Türkiye laik bir devlettir. Herkes inancında serbesttir. İşte bu çocuk, laik bir devletin laik vatandaşıdır. Onun için bu çocuğu takdir ettim. Samimi inancından dolayı on verdim.” Sustular ve gittiler. İşte ben, bütün dünya insanlarının en az bu çocuk kadar samimi olmasını istiyorum. Neye inandığını her fert serbest olarak söyleyebilmelidir.
1970 yılında Yüce Allah’ın(c.c.) doğru yolunu seçtim. Kur’an çevirisi okuyarak tevhid ve iman yoluna girdim. Ondan sonra olanlar oldu. Matemle dolu felaketin yaptığı tahribattan inleyerek, arkada bıraktığım putperest geçmişime dönüp baktım. Benim gibi tasavvuf ve tarikatların cinayetlerine kurban giden binlercesinin, hala kavrulmakta ol¬duğu alevli ateşinden kurtulduğu için sevinen, diğer taraftan da geçmişini düşünerek ürperen bakışlarla dönüp maziye baktım. Tarikat şeyhlerinin köleleştirip sömürdüğü zavallı halk yığınlarına baktım. Yoksul ve kimsesiz çocukların ellerinden lokmalarını nasıl al¬dıklarını, bir ihtiyacı gidermek veya bir bedeni örtmek için dul kadınların biriktirdiği üç beş kuruşu nasıl kaptıklarını, zavallı köylünün bin bir türlü meşakkatle ürettiği bir avuç mahsulü ellerinden nasıl çaldıklarını hatırladıkça nefret ateşi yüreğimi daha çok dağladı.
Zavallı köylü kesime baktım. İnançlarını, tasavvuf ve tarikatçıların nasıl bozduğunu, düşüncelerini nasıl saptırdığını, zillet ve meskenet ahlakına nasıl alıştırdığını, mitoloji ve hurafe cehaletinin oluşturduğu kokuşmuş bidat bataklığına nasıl batırdığını, haham ve keşişlerin heveslerine boyun eğerek nasıl köleleştirdiğini gördüm. Tağutların azgınlığına zavallı köylüleri nasıl birer muhafız yaptığını, onların birer iyilik ve rahmet meleği olduklarını halk arasında yaymak için birer propaganda aracına nasıl dönüştür¬düklerini hatırladım.
Şehre baktım. Bucaklarında, ilçelerinde tasavvuf ve tarikatçıların nasıl tahribat yaptıklarını, aydınların bir çoğu dahil, insanların kabirlerde toprak olmuş ölülerden nasıl yardım istediklerini, haram ve haksızlığa dört elle sarılan azgın ve zalim her tağuta kul köle kesilen birer kapıkulu haline getirildiğini gördüm.
Köylüye de şehirliye de baktım. Sonra başımdan geçenleri hatırladım. Zavallı kurbanları uyarmaya çalışarak felaketin dehşetinden ve acıların şiddetinden feryad ettim. Din kisvesine bürünmüş yırtıcı canavarın tuzağına düşüp, onlara yem olmak üzere bekleyen zavallı insanları uyarmak için avazım çıktığı kadar bağırdım.
Yüce Allah'tan yardım isteyerek -çünkü yalnız O'ndan istenir yardım- bu hatıratımı yazdım. Zavallı kurbanlara cennet şarabı sunarak, cehennem ehlinin vücutlarından akan cerahatleri içtiğini, cennet meyveleri zannederek leş etleri yediğini hatırlatmak, Allah'ın rahmetiyle yıkanmış tertemiz bir tevhid sunarak şeytanın dostlarının uydurduğu en çirkin bir putperestliğe taptıklarını belirtmek ve uyarı görevini yapmak için bunları yazdım.
Materyalizmin pençesinden kurtulup, müslüman olduğumu sanarak Kadiriliği, Süleymancılığı, Nurculuğu yaydım. Boşuna kürek çekmişim. Yirmi senem heder olup gitti. O günlerime çok acıyorum. Eğer Allah ömür vermeseydi, müşrik olarak ölüp gidecektim. 1969'da Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hakim ve Meali Kerim elime geçene kadar..........

ABDULKADİR GEYLANİ

Tasavvuf dininin mezhepleri olan tarikatların kurucuları bütün mutasavvıflar En'am suresi 93.âyetin şümulü içine girmişlerdir. Böyle inanan kimselerin hakkında nazil olmuştur. Beyazıd-ı Bestami ve Hallac-ı Mansur'dan Said Nursi'ye kadar geçen bütün mutasavvıflar âyetin dediği gibi inanmışlardır. Bazıları açıktan vahiy geldiğini ve eserlerinin vahiy ile yazdırıldığını söyledikleri halde, bazıları ise insanların tekfir etmesinden korktukları için eserlerinin ilhamla yazdırıldığını söylemişlerdir. Bunlardan bir iki örnek verebiliriz.
Abdulkadir Geylani şöyle diyor: “Cenab-ı Hak (c.c.) bana (ilham yoluyla) şöyle buyurdu:
- Ey Gavs-ı Azam!
- Buyur Allah'ım buyur, emrine amadeyim!
- İnsanlık alemiyle melekut (Ruhlar) âlemi arasındaki her hal ve sınır, şeriatın kendisidir. Melekut alemiyle, Allah'a varmanın üçüncü basamağı Ceberut â-lemi arasındaki her hal ve sınır, tarikatın kendisidir. Ceberut (batın) alemiyle lahut (ilahi âlem) arasındaki her hal ve sınır ise hakikatin kendisidir.
Ve sonra Allah (c.c.) şöyle buvurdu.
- Ey Gavs-ı Azam, Ben insanda zahir (belirgin) olduğum hiçbir şeyde zahir olmadım. Ve sonra şöyle sordum:
- Ya Rabb! Melekleri neden ve hangi şeyden yarattın?
- Ey Gavs-ı Azam, Melekleri insanın nurundan yarattım; insanları da kendi nurumdan vücuda getirdim. Rabbim sonra buyurdu:
- Ey Gavs-ı Azam! İnsanın cismi, nefsi, kalbi, ruhu, kulağı, gözü, ayağı, dili var ya, işte onların hepsinde Ben varım. (Hepsinde benim tecellim zahir olur; ben onların başkası değilim)[44]
Karşılıklı konuşma devam edip gidiyor.

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

MESNEVİ[45]

Mesnevi, Mısır'daki Nil'e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır. Merhametlilerin en merhametlisidir.

MUHYİDDİN ARABİ

FUSÛS ÜL-HİKEM[46]

Çünkü bu kitap nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir.
Umarım ki ulu Tanrı duamı işitince nidamı kabul ede. Çünkü ben ancak indirilmiş hakikatleri dile getirdim. Halbuki ben Nebi değilim, Resul hiç değilim. Lakin Nebi'nin mirasçısı ve âhiretin koruyucusuyum.

SAİD NURSİ

(SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ)
HZ. ALİ'YE (R.A) SUHUF İNDİ Mİ?
ON SEKİZİNCİ LEM'A

Gizlidir herkese gösterilemez. Otuz birinci mektubun onsekizinci lem'ası Risale-i Nur şakirtlerine (talebelerine) işaret eden Hz. Ali (r.a.)nin bir keramet-i gaybiyesidir. (Gaybi, bilinmeyenleri bildirmesidir)[47].
Said Nursi'nin, Hz. Ali'ye suhuf indiğine dair bazı iddiaları mevcuttur. Bu iddialarını on sekizinci lem'ada şöyle ifade ediyor:
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylani'nin sarahat (açıklık) derecesindeki keramet-i gaybiyesini te'yid ve takviye eden (sağlamlaştıran) Hazret-i Esedullah-ul Galib Ali ibn-i Ebu Talib (r.a.) ve keremullahu vechehü (Ebu Talib'in oğlu olan galip ve üstün Allah'ın arslanı Hz. Ali (r.a.). (Allah, Hz. Ali'nin şahsını muhterem kılsın) kaside-i Ercüze-i Meşhuresinde aynen İhbarat-ı Gavsiyeyi tasdik edip işaret ediyor.
Bu surette İmam-ı Ali'nin (r.a.) hicretten otuz sene sonra Kufe'de yazdığı bu Ercüze'deki dokuz defa almış, otuz ilave edilse beş yüz yetmiş olur ki, Cengiz'in ve Hülağû'nun hücum ve tahribat zamanıdır. Sonra Hz. Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u nebevide getirip Hz. Ali'ye sekine namıyla bir sahirede yazılı ism-i âzam, Hz. Ali (r.a.)'nin kucağına düşmüş: “Ben Cebrail'in şahsını yalnız alaim-üs-sema (gök kuşa¬ğı) suretinde gördüm. Sesini işittim. Sahifeyi aldım; bu isimleri içinde buldum” diyerek bu ism-i azamdan bahs ile hadisat-ı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: Yani “evvelki dünyadan kıymete kadar ulumu esrar-ı mühimme (bilinmeyen gizli ilimler) bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş. Kim ne isterse sorsun, sözümüzde şüphe edenler zelil olur. Vahiy ile Allah tarafından gönderilen Zebur, Tevrat, İncil, Kur'an gibi büyük kitaplar, suhuf (sahife ç.) sahifeler kimlere gönderilir diye bir soru yöneltsek şüphe yok ki, çoğunluğu peygamberlere diye cevap verirler.
Peygamber olmayan herhangi bir kimseye kitap ve sahife gönderilir mi? Hayır derler. Bu Allah'ın adet kanunlarına aykırıdır. Bakınız Allah bu hususta şöyle diyor:
“Sizden öncede nice sünnetler (yasalar) gelip geçmiştir (uygulanmıştır). Yeryüzünde dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu görün.” (3/137)
“Bu, Allah'ın öteden beri süre gelen sünneti (yasası)dır. Allah sünnetinde (yasa¬sında) bir değişme bulamazsın” (48/23)
“Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası böyle idi. Allah'ın emri, olup bitmiş bir şeydir.” (33/38)
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'inde herhangi bir sahabiye, özel olarak da Hz. Ali'ye bir sahife (suhuf) gönderdiğini söylemediğine göre Said Nursi'nin Hz. Ali'ye Cebrail vasıtasıyla sekine adında bir sahife gönderdiğine ait bir delili olmalıdır. Bir delil gös¬termediğine göre böyle bir inanış Allah'a, Resulüne, kitabına ve Hz. Ali'ye iftira olur.

NURCULARI İKAZ

Sapık olan Gulat-ı Şia'nın bu batıl inancının ilk önce Türk Milletine telkin edilmesinin öncülüğünü Said Nursi ve Nurcular yapmıştır.
İşte bu şeni yalanlara ancak Gulat-ı Şia'sından sayılan Gurabiyye fırkası (Rafiziler) inanabilir. Gurabiyye fırkasının iddiasına göre: “Nasıl bir karga diğerine çok benziyorsa, Hz. Peygamber de Hz. Ali'ye öylesine benziyor” der. Bu bakımdan Cebrail şaşırdı, peygamberliği (haşa) yanlışlıkla Muhammed (a.s)'e verdi. Onlardan bir kısmı, bu fiili hata ile işlediği için Cebrail'e lanet etmezken, diğer bir kısmı bu işi kasten yapmıştır, der, lanet ederler[48].
“Sapık olan Gulat-ı Şia'nın bu batıl inancını ilk önce Türk Milletine telkin edilmesinin öncülüğünü Said Nursi ve Nurcular yapmıştır. Nurcular, Said Nursi'ye son Mehdi ve Risale-i Nur'lara da son kitap diye inanmaktadırlar.
Tus (asıl) -büyük ve küçük- iki cerf[49], Hz. Ali'nin mushafı[50], Hz. Fatıma'nın mushafı[51], el Camia[52] ve birinde kıyamete kadar ki dostları, diğerinde de düşmanları yazılı olan iki sahife bulunacaktır. Hz. Peygamberin ve kılıcı zülfıkar[53] onun yanında ola¬caktır.
Said Nursi ve Nurcular, Hz. Ali'ye Allah tarafından Sekine adıyla yazılı sahife geldiğine inanmalarına mukabil; ilk cahilliye müşrikleri de Allah'ın Resulü olan Hz. Muhammed'e Allah tarafından kağıtlara yazılı bir kitap göndermesini istemişlerdi. Müşriklerin bu itirazına karşı Cenab-ı Hak, Rasulüne şu âyet-i kerimeyi gönderdi: “Eğer sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı, yine inkar ederler, ‘Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir!’1 derlerdi.”[54]
Aynen bu müşrikler gibi, Şi'anın bir kolu olan Gurabiyye fırkası Hz. Ali'nin peygamber olduğunu, ondan sonra oğullarının peygamber olacaklarını ileri sürmüşlerdir.[55]
Nurcuların, bunlardan daha ileri giderek Hz. Ali'ye, Allah tarafından içinde ism-i â'zam bulunan Sekine adlı yazılı sahifenin geldiğine inanmaları sapıklığın ve şirke düş¬menin bir örneği değil midir?
Diğer taraftan Nurcular, Hz. Ali'nin kim ne isterse sorsun, dünyanın yaratılışından kıyamete kadar olacak hadiseleri gördüğünü, geçmişte neler olduğunu, gelecekte neler olacağını bilip cevap verdiğine inanmaktadırlar.
Allah'ın bir muhlis ve veli kulu olan Hz. Ali bu gibi iftiralardan uzaktır. Aslında bir ilim sahibi olan bu büyük sahabi, kendi asrında uzun bir devre düşmanları tarafından kendine yapılan bu gibi iftiraları önlemek için uğraşmıştır.
Müminlere yaptığı hutbesinde Hz. Ali diyor ki: "Bak ey sonraki kişi! Onun sıfatlarından Kur'an'ın gösterdiğine uy ve Kur'an'ın hidayet-i nuru ile ziyalan. Bundan gayri her ne varsa şeytanın teklifidir ki, Allah onu sana kitabında teklif etmemiş ve Resulullah sünnetinde bildirmemiş ve hidayet imamları (hidayete vesile olanlar) bu hususta bir eser ortaya koymamışlardır. Bilmediğin yerde dur ve onu bilmeyi Allah'a ha¬vale et. Allah'ın sen de nihayet hakkı budur. Bil ki, ilimde rusuh bulmuş (ilmin fenninin derinliğine vukufiyet kazanmış) olanlar onlardır ki, örtü olan gaybın tefsir ve tevilini bilmemeyi ikrar ve itiraf etmek, onları gaybın üzerine vurulmuş kalıplara hücumdan da alıkoymuştur. İlimlerin ihatası dışında kalan maddeler hususunda aczlerini itiraftan do¬layı Allah, o kişileri methetti. Ve onların bu mükellef olmadıkları meselelere dair araş¬tırmayı bırakmalarına, rüsuh adını verdi.[56]
Şu anda inancınızın temel kitapları olan Risale-i nurların yaklaşık üçte birinde, Hz. Ali ve Abdulkadir Geylani gaybı biliyorlardı veya Allah bildiriyordu, diye yaptığınız yalan isnatlardan dolayı sizleri kim cezalandıracaktır.
Elbette dünyada cezalandıracak bir otorite olmadığı herkesçe bilinen bir ger¬çektir. Bir gün mutlaka kurulacak olan mahşerde Hz. Peygamber, Hz. Ali, Cebrail (a.s.) sizlerden, Allah adına davacı oldukları zaman ne cevap vereceksiniz.
Dinin içinde şirk koşanlar, kendilerini dindar ve doğru yolda sandıkları için müş¬rik olduklarının farkında değillerdir, buna ihtimal vermezler. Hatta ahirete gittiklerinde bile şirk koştukları kendilerine haber verildiği zaman müşrik olduklarını kabullenmek istemezler. Onların bu durumunu âyet şöyle bildirmiştir:
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ deme¬lerinden başka bir fitneleri olmadı.” (En'am: 22-23)
Kur'an ifadesiyle kitaplar ve suhuf ancak peygamberlere indirilmiştir. Peygamberler dışında hiç kimseye kitap ve suhuf indiğine dair bir kayıt yoktur. Bunun varlığını iddia edenler, kitapta delilini göstermek zorundadır.
“İlimsizler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir âyet gelmeli de¬ğil miydi?’ Onlardan öncekiler de, onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa âyetleri apaçık gösterdik." (Bakara 118)
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (Bakara 213)
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy ettiğimiz gibi sana da vahy ettik. İbrahim’e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahy ettik Davud'a da Zebur'u verdik.” (Nisa 163)
Böylece Allah'ın kitaplarının yalnızca peygamberlerle birlikte indirildiği apaçık anlaşılmış oluyor. Âyette suhuf ile ilgili olarak şöyle buyurulur:
“Onlar dediler ki: (Muhammed) bize bir âyet getirmeli değil miydi? Önceki suhuftan kendilerine apaçık bir burhan gelmedi mi?”(Taha 133)
“İşte o apaçık delil, Allah tarafından gönderilen, içinde doğru yazılmış hükümler bulunan suhufu okuyan Resul'dür.” (Beyyine 2/3)
“Güya onlardan her biri, kendilerine (özünde) açılmış suhuf (ilahi vahiy) verilmesini istiyor. Elbette olacak şey değil! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.” (El-Müddesir 52-53)
Gerçekten olacak şey değil... Allah ancak kitaplarını ve suhufu peygamberlere göndermiştir. Bununda sebebi şöyle belirtilmiştir:
“Öyle ki Resullerden sonra, insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın.”(Nisa 165)
Demek ki peygamberlerden sonra böyle bir kitap ve suhuf gelmeyecek ki, bu şekilde ifade kullanılmıştır. Eğer vahiy devam etmiş olsaydı, kitaplar ve sayfalar gelmiş olsaydı, niçin Allah böyle söylesin idi? Nitekim kitapta son nebinin Hz. Muhammed olduğu apaçık ilan edilmiyor mu? Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ahzab 40)
Yine Allah'ın Resulü de sahih bir hadiste, “benden sonra peygamber gelmeyecek¬tir” buyurmuştur. Her ümmete peygamber gönderilmiş ve şöyle denilmiştir:
“Her ümmetin bir rasulü vardır.” (Yunus 47)
Son peygamber ise, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bütün toplumların son peygamberidir. Kendisine kitap olarak da Kur'an verilmiştir. Onun için iman edenlerin önemli özelliklerinden biri şöyle ifade edilir:
“Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” (Bakara 4)
Bu yüzden Kur'an'ın hiçbir yerinde, “Son peygamber Muhammed'den sonra indirilene iman ederler” şeklinde bir ifadeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü bu, risaletin tamamlanması ve kemale ulaşması açısından da imkansızdır. Yüce Rabbimiz bu ikbal ile ilgili şöyle buyuruyor:
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim?” (Maide 3)
Âyette görüldüğü üzere din, tamamlanmış ve Allah'ın nimeti son nebi ve son kitap ile kemale ermiştir. Dinde hiçbir eksiklik ve risaletin eksik bıraktığı hiçbir nokta kalmamıştır. Eğer böyle olsaydı son peygamber görevini yapmamış olacaktı. Bu da bir peygamber için muhaldir. Öyleyse peygamberin varlığı ile birlikte böyle bir suhufün veya sekinenin indiğini söylemek, boş ve çürük bir iddiadır, safsatanın ta kendisidir. Ancak bu tür iddiaları, yukarıdaki ayette de belirtildiği üzere ilimsizlerden başkaları ortaya atamazlar.
Yine Allah şöyle buyuruyor:
“Biz, senden önce, şehirler halkına kendilerine vahy ettiğimiz kimseler dışında göndermedik.”(Yusuf 109)
Kendilerine vahy edilenler de, Kur'an'da isimleri geçenlerdir, peygamberlerdir. Eğer Hz. Ali'ye bir suhuf inmiş olsaydı, o da mutlaka Kur'an'da geçecek ve bize bildi¬rilmiş olacaktı. Vahiy ile ilgili şu âyet-i kerime, bu ilişkinin nasıllığı konusunda bize bilgi veriyor:
“Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir, ancak bir vahiy ile ya da perde arkasından veya bir Resul gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başkadır. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura 51)
Ondan sonra Cebrail bir melek olarak suhuf indirecek ve bu âyetler Kur'an'da yazılı olmayacak. Acaba bu mümkün müdür? Yoksa Allah'a karşı yalan ve iftira uydurmaktan başkası değil midir?
Halbuki bir şey âyet ise, son kitapta bunun bilgisine rastlamak gerekir. Son nebinin bunu ilan etmesi ve tebliğ etmesi gerekir. Hz. Ali'ye böyle bir suhuf (sahifeler ve kitap), hem de yazılı olarak indiğine dair ne kitapta ne de Resulün sahih hadislerinde bir ifadeye rastlamıyoruz. O halde bu tür ifadeler, bir hezeyandan öte bir şey değildir. Bunların varlığına inanmak dahi insanın imanını bozar. Son risalete karşı, Allah'ın kitabına karşı cürüm işlemiş olur. Yüce Allah bizleri böylesi uydurma ve safsatalardan uzak tutsun. Âmin.
Rabbimizin şu âyetiyle bu hususu bitirmemiz yerinde olacaktır:
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenler veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken ‘Bana da vahiy geldi’ diyen ve ‘Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben de indireceğim’ diyenden daha zalim kim vardır”. (Enam 93)
Âyette de ifade edildiği gibi, ister bana vahiy geldi denilsin, isterse başka bir şahsa vahiy geldi denilsin veya bana Allah'ın indirdiğinin benzeri indirildi denilsin, fark etmez. Hepsi de Allah'a karşı yalan uydurmak ve iftira atmaktan başka bir şey de¬ğildir.
Netice itibariyla, “Hz. Ali'ye suhuf indirildi”, demek bir yalan ve iftiradır. Asılsız ve delilsiz boş ve çürük bir iddiadır.

GAYB BİLGİSİ

Kur'an'da varlık; bilgiye konu olması itibariyle iki ana kategoriye ayrılır: Şehadet (görünen âlem) ve gayb (görünmeyen âlem). Bu bakımdan gayb kelimesi yer yer görünmeyen şeklinde çevrilmiştir. Kur'an’da, Allah'ın peygamberlere vahiy yoluyla verdiği bilgiler dışında, hiç kimsenin gaybı bilemeyeceği ve Allah’ın da bildirmeyeceği konusu ısrarla vurgulanmaktadır. Bu noktada gaybın tanımı önem arz etmektedir. Gayb kelimesi, müşahede alanı dışında kalan her şeyi ifade etmekle birlikte, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği gayb, ahiret ahvali, melekut (ruhlar) âleminin mahiyeti ve istikbalde (gelecekte) vuku bulacak olaylar şeklinde belirmektedir.
“Yoksa, gayb yanlarında da, onlar yazıyorlar mı?” 68/47
"En yüce toplulukta geçen tartışmalardan bir bilgim yoktur.”[57] 38/69
"Bana sadece benim ancak apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor.” 38/70.
“Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: ‘O’nun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu zamanında ancak o çıkarır.’ Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeyeceği o saat size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Allah'ın kalındadır.’ Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” 7/187
“De ki: Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben ancak inanan insanlar için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 7/188
“O, gaybı bilendir ve gaybını kendisinden razı olduğu elçileri dışında kimseye bildirmez. (Onların da) Rablerinin elçiliğini yerine getirip getirmediklerini bilmek için (her birinin) önüne ve arkalarına gözcüler salar; onların yaptıklarını çepe¬çevre kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.” 72/26-28
“Biz (cinler) göğü yokladık, onu sert bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki, biz göğün dinlenebileceği bir yerde oturuyorduk, ama şimdi kim dinleyecek olsa kendisini gözleyen bir ateş buluyor. Yeryüzünde olanlara kötülük mü istendi, yoksa Rableri onlara bir iyilik mi dilemiştir? Biz bilmeyiz." 72/8-10
“Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. O gönüllerde olanı bilendir.” 35/38
“De ki: ‘Göklerde, yerde, gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.’ Ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.” 27/65
“Musa'ya emrimizi bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde (Musa'yı bek¬leyenler arasında) değildin, onu görenler arasında da yoktun.” 28/44
“Ama biz, (ondan sonra) nice nesiler var ettik. Üzerlerinden yıllar geçti. Medyen halkı arasında bulunup, onlara ayetlerimizi okumuyordun, fakat (seni) Biz elçi olarak gönderdik.”[58] 28/45
“Sen (Musa'ya) seslendiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Ama Rabbinden bir rahmet olarak senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu, düşünüp ders alsınlar diye uyarman için (gönderildin).”28/46
“Onlar, ilmini kavrayamadıkları şeyi yalanladılar. Çünkü o henüz başları¬na gelmedi. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Haksızlık yapanların sonları¬nın nasıl olduğuna bir bak!” 10/39.
“Bunlar, sana bildirdiğimiz gayb haberlerindendir.[59] Sen de kavmin de bundan önce bunları bilmezdiniz. Öyleyse sabret. Çünkü sonuç, Allah'a saygılı olanla¬rındır.” 11/49.
“Biz bu Kur'an'ı sana vahyederek, kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersiz olanlardan idin.” 12/3.
“Gaybın anahtarları[60] Allah'ın kalındadır. Onları O'ndan başkası asla bile¬mez. O, karada ve denizde olanı bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak düşmez. Yerin karanlıklarında olan tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, bunlar apaçık bir kitapta olmasın.” 6/59.
“Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Onu her isyankar şeytandan koruduk.” 37/6-7
“Onlar en yüce topluluğu asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılır¬lar. Onlara sürekli bir azap vardır.” 37/8-9
“Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir."[61]37/10
“Kıyamet saatini bilmek Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. O, ra¬himlerde bulunanı bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez, hiç kimse nerede öleceği¬ni de bilmez[62]. Şüphesiz Allah bilendir, (her şeyden) haberdardır.” 31/34
“O'nun (Süleyman) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü cinlere, onun değneğini yiyen bir ağaç kurdu fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı, bu alçak düşüren azab içinde kal¬mazlardı.”34/14
“De ki: Onların (Ashab-ı Kehf) orada ne kadar kaldığını, göklerin ve ye¬rin gaybı kendisinin olan Allah bilir. O, ne kadar iyi görür ve ne kadar iyi işitir. İnsanla¬rın O'ndan başka yakın dostu yoktur. O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.” 18/26
“Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin kopuşu bir göz kırpma¬sı kadar veya daha kısa bir zaman işidir. Allah'ın gücü her şeye yeter.”16/77
“Yoksa (müşriklerin) üzerine çıkıp (vahiy) dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, onların dinleyenleri açık bir delil getirsin.”52/38
“Yoksa gayb onların yanında da, onlar yazıyorlar mı? Ama o tuzağa yakalanacak olanlar inkar edenlerdir.” 52/41.
“Andolsun ki, en yakın göğü ışıklarla donattık. Onlarla şeytanların taşlan¬masını sağladık ve onlara çılgın alev azabını hazırladık.”67/5.
“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde yeneceklerdir.”[63] 3/2-3
“Allah inananları, şimdi bu bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır. Allah gaybı size bildirecek değildir. Ama, elçilerinden istedi¬ğini seçer.Öyleyse Allah'a ve elçilerine inanın, inanırsanız ve (Allah'a karşı) saygılı olursanız size büyük ödül vardır.”3/79
“Bu, sana bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi bakacak diye oklarıyla kura çekerlerken sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de yanla¬rında bulunmadın.”[64]3/44
“İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır... Kim bilir, belki de kıyamet vakti yaklaşmaktadır.’ " 33/63
"(İki yüzlüler) Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini ve Allah'ın bütün gizlilikleri çok iyi bildiğini bilmiyorlar mı?”[65] 9/78.

TASAVVUF ADI ALTINDA PUTPERESTLİK
(KUTUPLAR )

Sene 1971 tasavvuf eserlerini incelemeye aldığım senedir. İlk elime geçen Tasavvuf Kitabı Miftah-ül-Kulub (Kalplerin Anahtarı). Yazan Mehmet Nuri Şemseddin Nakşibendi. Demir Kitabevi 1968 İst.
Önsöz:
Kitabımızın yazarı Şeyh Mehmet Nuri Şemseddin El-Nakşibendi, 1216 Hicri yılında İstanbul'da doğdu. 1231'de Beyazıd Camiinde devrin ünlü dersiamlarından Baltacı Hasan Efendi’nin talebeleri arasına katıldı. 14 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş oldu. 1257'de tekrar hacca gitti. 1259 senesinde "Miftah'ül-Kulub" adlı kitabını yazmağa başla¬dı. 1280 senesinde 64 yaşında vefat etti.
Kitabın başlangıç kısmını şöyle özetleyebiliriz.
“1259 senesinde Muhammed (s.a.v.) Şeyhin hücresine gelip, ‘Evladım Nur’, buyurdu. ‘Vakitler acaib (hayret verici) oldu. Zira birçok kimse evliya elbisesine bürünmek, kuşak bağlayıp, başına taç giymekte, fakat şeriatıma kıymet vermemektedir. İşte bir risale yaz ki, bunları mahvolma tehlikesinden kurtarsın. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve sevdiğine kavuşma nedir bilsin de, doğru aşıkların yüzünü görmeyi isteyen ümmetim, ona uyarak amel etsinler. Yollarını doğrultsunlar. İsmi de Miftah'ül-Kulub sırr-ı Şemseddin olsun.’
Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin emirlerine uyarak işte bu risale-i yazmağa başlıyorum.”
Allah Resulü'nün emrine uyarak yazılan bu eser bir şirk namedir. Hak ve batıl karıştırılmıştır.
Aynı kitap, Tam Miftah'ül-Kulub ‘Kalplerin Anahtarı’ olarak Salah Bilici Kitabevi yayınları arasında 1979 İstanbul'da neşredilmiştir. İki kitap konu itibarıyla aynıdır.
Bu kitaptan birkaç örnek:
Üçüncü Bab.
s. 40. Sırrı hilafet, kutbul-aktab, Gavs'ül-azam, kutbu ula ve aktab-ı saire bütün evliyaları üç bölümde beyan eder.
Bu gizli yönetim, her asırda Allah tarafından bu şahıslara ihsan edilir. Muhammed (s.a.v.) ümmeti idare ve terbiye etmeleri için izin verir.
s. 42. Vazife tayin edilen bu zata bir zerre bile olsa, gizli hiçbir şey yoktur, hilafet nuruyla, kendisi ortada bulunup da bir müridi batıda, bir müridi doğuda olsa ikisine birden emr-i Hak (ölüm) vuku bulup da can boğaza geldiğinde iblis, rahatsız etse, o anda iblisin şerrinden kurtarmak için yetişebilir.
Yakın-uzak, gece-gündüz onun için birdir. Herkesin haline vakıftır. Kişinin hali¬ni kendisinden iyi bilir. Nereye uzansa yetişir. Yakın uzak, nereye uzansa ayak basar. Göz açıp yumuncaya kadar nereyi görmek isterse görür.
Kutbu ula, Bağdat, Şam, Halep gibi beldelere mutasarrıf olur. Öbür kutublarda hallerince, birer ikişer yere mutasarrıftır. Hatta kafir beldelerine bile mutasarrıftırlar.[66]
Ancak bunların mutasarrıfları kutbul aktabın emriyledir. Kainat dışında bir şey olmaz ki, ona mutasarrıf olmasın. Bütün eşyaya, bütün velilere mutasarrıftır. Kainatta iyi, kötü ne vuku bulursa onun bilmesi ve dilemesiyledir.
Kutublar, memur edildikleri yerden kalkıp da tasarruf etmez. Kendisi İstanbul'da memuriyeti Hint'te olsa, yine o anda icrasına muktedir olur. Bunlar için uzak yakın müsavidir.
Sonra yüzler, üç yüzler, yedi yüzler ve binler yer alır. Bunlar da taraf-ı ilahiden kutbul-aktabın ve öbür kutubların hizmetindedir. Bunlardan başka üç binler, beş binler, yedi binler, on binler vardır. Bunların ka¬mil ve mükemmeli de olsa, tasarruf işlerine karışmaz.
s. 82 Bunlar her asırda üçü geçmez.
Birincisi : Kutb-i irşaddır. Bütün halifelere üstündür. Kendisi doğuda, müridi batıda olsa da müridini terbiye ve irşad eder. Allah'a ulaştırır. Yakın ve uzak kendisine müsavidir.
İkinci : Gavs-ı Azamıdır. Bütün âlemin idarecisidir. Fakat kutb-ul aktab'a bağlı ol¬duğu için tasarrufa karışmaz. Daima kendi halinde olur.
Üçüncüsü : Kutbul-aktabdır. Zamanın bir tanesi, ariflerin sultanı, Allah'ın halifesidir. Derecesi ve kimliği olduğu için bütün yaratılmışların, bütün varlıkların yiyimi, içimi, hareketleri, kaza ve kaderleri, hasılı dünyada olan her şey onun tasarrufu altında¬dır. Dilemesiyle vücuda gelir.
s. 100 Aktab ve Ehlullah
Tecelli-i zatta ilerleyenler, mustağrak-i fizat olurlar. Yüksek olan Allah'ın zatında yok olurlar ki, kendisinden asla haberleri olmaz. Bu tecellide iki hal zuhur eder. Celaliye, cemaliye.
Celaliyede, kendinden habersiz olarak kahır yüzünden tasarrufa dair bazı alametler zuhur eder ve o anda husul bulur. Mesela bir kimseye o anda "öl" dese o saat ölür. Bir ölüye "iznimle kalk" demiş olsa, o saatte hayat bulur.
30 yıl içinde toplayıp incelediğim tasavvuf kitapları büyük bir kütüphane haline geldi.
MEHMED ZAHİD KOTKU İLE BULUŞMAM

Sene 1974. Elime ‘Kitab'ül-ibriz’ diye bir tasavvuf kitabı geçti. Kitap, 1/11/1969'da Abdullah Arığ diye biri kişi tarafından İzmir'de yayınlanmış. Kitabı açar açmaz karşıma Erbakan'ın şeyhi Mehmet Zahid Kotku çıktı. Takdim yazısını şeyh yazmış. Ben nurcu iken dershanemize bazı haftalar Mehmet Zahid Kotku'nun müridleri gelirdi. O tarihlerde aramızda pek muhalefet yoktu. Çünkü hiçkimse gittiği yolun ne olduğunu bilmiyordu. Herkes gittiği yolu hak biliyordu. Bu uyanmalar, Kur'an mealleri, yeni Türkçe anlamı ve Kur'an tefsirleri yayınlandıktan son¬ra anlaşılmaya başladı.
El-İbriz isimli kitabı, Ziraat Mühendisi olan bir kişiden almıştım. Mehmet Zahid Kotku önsöz yazdığına göre kitabın okunmaya değer olduğunu düşündüm.. Kitabı okuyup bitirince hayretler içinde kaldım. Adam bütün batıl dinlerdeki hu¬rafeleri özetleyerek tasavvuf adı altında müslümanlara sunmak istiyor. Müslümanların cehaletinden istifade ederek velayet velilik adı altında alet olduğu İslam düşmanlarına hizmet veriyor.

“Takdim
Bismillahirrahmanirrahim
İslâm'ın nuru ile nurlanmış nıü'min kardeşlerimizin ve faziletli evlatlarımızın istifadesine sunduğumuz Kitab'ül-İbriz tercümesi, büyük kültür, ilim ve irfan hayatımızın çok kıymetli hazinelerindendir.
Büyük velilerden Fas'lı Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin sohbetlerinden, menkıbelerinden, bazı sorulara verdiği cevaplardan meydana gelen ve değerli katibi ve talebe¬si Ahmed ibni Mübarek tarafından kaydedilen kitap, Kur'an ve hadis ilimleriyle tasav¬vufun anlaşılması zor bazı meselelerini aydınlatmakta ve okuyanları hayrete düşürebile¬cek bir rahatlıkla, ruhani bir hazla tesir etmektedir.
Yaşadığımız devirde uzay çağına ulaşan insanlığın yeryüzü ve kainat hakkında çok şeyler öğrendiği fakat henüz insan ve onun ruhu hayatı hakkında meçhullerle karşı karşıya bulunduğu hatırlanır ve yeni ruhiyet ilminin üzerine eğilip de halledemediği çetin meseleler düşünülürse kitabul-İbriz ve benzeri kıymetli eserlerin ne büyük yararlar sağlayacağı anlaşılır.
Eseri tercüme ederek Türk okuyucularına sunan değerli zevatı tebrik ederiz.
Aziz Milletimizden, saygılı okuyucularına kadar bu yolda ihlasla çalışanların hepsinden Allah razı olsun. Âmin.
Tevfik Allah'tandır.
Mehmet Zahid Kotku ”

Bu şirk name olan kitabı 1974 senesinde çantama koyarak Erbakan'la görüşmek için Ankara'ya geldim. Kızılay merkezinin arkasında bulunan Selamet Partisi Ankara İl Merkezine gittim. Orada beni tanıyanlarla görüştüm. Erbakan'la görüşmek için 10 gün bekledim. Akşamları partili arkadaşlar sıra ile beni evlerine misafir ettiler. Her evde kitab-ül İbriz mevcuttu. Erbakan'ın da bulunduğu özel bir toplantıya girebildim.
Çantamdan kitab-ül-İbriz'i çıkararak şirk olan birkaç yerini gösterdim. İtiraz ettiler. Bunlar şirk olsa hiç şeyhimiz önsöz yazarak bu kitabı bize tavsiye eder mi dediler. Ben sözümde ısrar edince sen bunları anlamazsın dediler. Ben de onlara İstanbul'a gidip şeyhlerinden öğreneceğimi söyledim. Hatırladığım kadarıyla temmuz ayı içerinde İstanbul'a hareket ettim.
İstanbul'da üniversitede okuyan Malatyalı dört öğrencimiz vardı. Bunlar, Malatya Okumayı Çoğaltma Derneğinden aldıkları bursla okuyorlardı. Adresle onları buldum. Hoş beşten sonra İstanbul'a geliş maksadımı söyledim. Çocuklar “baş üstüne hocam”, de¬diler. “Akşam yemeğinden sonra seni Beyazıd'ta bulunan İlim Yayma Cemiyetine götü¬relim. Yurt olarak faaliyet yapıyor. Mehmet Zahid Kotku'nun ekser müridleri bu yurtta kalır. Seninle onları görüştürelim. Başkandan izin alarak şirk ve tevhid hakkında bizlere bir sohbet yaparsın”, dediler. Aynen öyle oldu. Sonunda kitab-ül-İbriz'i çıkararak; “Bu kitap, Allah'a, Resulü'ne ve Kitab’ına iftira ediyor”, dedim. “Alim ve Şeyh dediğimiz Mehmet Zahid Kotku böyle bir kitaba nasıl önsöz yazabilir” diye söyleyince, müritler karşı çıktılar. “Hiç şeyhimiz, içinde şirk olan bir kitabı, okumamız için tavsiye eder mi?”, diye bana karşı çıktılar. Ben onlara: “Denemesi kolaydır. Benimle yarın İskender Paşa Camiine gelirseniz orada meseleyi çözüme kavuşturabiliriz”, dedim. 10 öğrencinin isim¬lerini yazarak bana verdiler. “Öğle namazını Beyazıd'da kıldıktan sonra şeyhe gideriz”, dediler.
Gençlerle öğleden sonra İskender Paşa Camii’ne gittik. 15 kişi kadar varız. Bunun üç tanesi Malatyalı. Diğeri şeyhin müritleri idi. Camiye vardığımızda onlar da öğle namazını eda etmişler. 30 kişi kadar müritlerine hadis dersi veriyordu[67].
Ders sona erince ben, elimi kaldırarak kendimi tanıttım. “Malatya'dan özel bir meseleyi görüşmeye geldim. Lütfederseniz maruzatımı beyan edeyim”, dedim.
“Siz neşredilen kitab-ül-İbriz kitabını okuyarak mı önsöz yazdınız, yoksa sizin adınıza herhangi biri mi yazdı?”.
“Ne demek? Bir kitabı okumadan önsöz yazmak cinayettir. Kendi idam kararını kendin vermek demektir. Ben takdir etmesem başkasına takdim edebilir miyim”, dedi.
“Teşekkür ederim, bir sorum daha var. Belki bir daha görüşeme¬yiz. Ölüm kalım var. Ben bu eserden size birkaç madde söylesem bana izah eder misi¬niz?”, dedim.
“Tabii ki ederim, bana onları oku”, dedi. Kitabın ortasından başına doğru başladım.
“s.340 Yine Şeyh hazretlerinden. Şeyh, mürid için ‘La ilahe illallah Muhammedün Resulullah’ kelime-i derecesinde mühimdir. İmanı ona bağlıdır. Basireti, keşfi açık olan zevat bunu açıkça müşahede eder.
Şeyh hazretleriyle çok kere beraber dolaşırdık. Ben, onun derecesini bilmezdim. Bana dedi ki:
- Senin benzerin, şehrin surlarının en yüksek yerlerinde gölgelenmiş kişi gibidir.
Ben bu sözün manasını anlayamazdım. Ancak nice zaman sonra anladım da bu sözü hatırıma geldiği zaman beni büyük bir korku ve titreme tutardı. Bir gün kendisine dedim ki:
- İşlediğim işlerden dolayı Allah'tan korkuyorum.
- Nedir işlediğin işler?, dedi.
Ben de o sözünü, ondan korkarak ürpertiye tutulduğumu anlattım. O zaman A. Debbağ Hz.leri bana dedi ki:
- Bunlardan korkma. Fakat senin hakkında en büyük günah nedir biliyor mu¬sun? Beni, bir dakika hatırından çıkarırsan, işte en büyük günah odur. Dinine ve dünyana zarar verecek günah budur. Bunu kalbinden at. Sen benim ya¬nımda ki menziline bak. Sen ona göre taşınırsın”, dedi.
“s. 259. Yine bir gün A. Debbağ Hz.lerine sordum. Dedim ki:
- Tasarruf ehli velilerin kafirleri helak etmeye güçleri yeterken niye yap mıyorlar? Halbuki bu Allahsızları katletmek farzdır. Ayetler var!
Abdülaziz Debbağ Hz.leri yüzünü bir kere arkaya çevirdi ve sonra tekrar dön¬dükten sonra:
- Veli şu anda bütün kafirlerin hepsini mahve kadirdir. Bununla beraber bir sır vardır ki, onlara dokunmaz. Ancak kafirlerle harp eden müslümanlar arasın¬da bulunursa diğer müslümanların vasıtasıyla harp eder. Çünkü Peygambe¬rimiz de böyle yapmıştır. Bir kere düşman gemileriyle müslüman gemileri harbe tutuşmuşlardı. Müslüman gemisinde biri yeni olmuş küçük bir veli, di¬ğeri kamil büyük bir veli olmak üzere iki veli de harbe iştirak etmişti. Küçük veli gayrete geldi ve tasarruf kuvvetiyle kafir gemisini yaktı. Bu tasarrufunu da bir sebep perdesiyle gizleyemedi. Kafir gemisi bila sebep yandı. O zaman büyük veli, küçük velinin yaptığı bu tasarruftan dolayı ceza olarak tasarruf kudretini ondan soydu aldı. Allah, o kafirleri kahretsin, onların üzerinde böyle tasarruf caiz değildir.”
“s. 78. Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan herbiri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım: Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu, o boş kaldı. Sonra hanımlarımdan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bi müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonraşeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif bir tebessüm ederek şöyle buyurdu:
- İki karıyı bir odada biraraya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin?
Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim.
- Efendim, bunu nasıl bildiniz?
- Ya dördüncü boş yatakta kim yattı?, diye sordu. Bunun üzerine dedim ki:
- Ben, onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım.
- Hayır, hiçbiri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. Kaldı ki, uyanık oldukları zaman...
- O halde bundan böyle buyurduğunuz gibi hareket edeceğim ve bu yaptığım düzensizlikten dolayı Allah’a tövbe ederim, diyerek duasını talep ettim[68].
“s. 253. Ahmed ibni Mübarek diyor ki: ‘Benim arkadaşlarımdan birinin evladını polis yakalamış. Babası korkusundan bana geldi. Ben gittim şeyh hazretlerine sordum:
- Ne buyurursunuz?, dedim.
Şeyh hazretleri buyurdu ki:
- Kedi fareyi benim iznim olmaksızın yiyebilir mi? O halde sen başka şey ne düşünebiliyorsun? Git babasına söyle, hatırını hoş tutsun, hiç tehlike yok, gitsin çocuğunu istesin, verirler, dedi ve dediği gibi oldu.”
“s. 252 Yine Debbağ Hazretleri buyurdu ki:
- Divan ehli toplandığı vakit, o vakitten yarın ki vakte kadar olacaklarını itti¬fak ederlerse, gelecekte Allahü Teâlâ'nın kazası hakkında konuşurlar. Ondan sonra gelecek kaza hakkında konuşurlar. Bu veliler, sufli ve ulvi bütün alemlerde tasarruf ederler. Hatta yetmiş perde gerisine, üstüne de onun ehline de tasarruf ederler. Onların kalplerinde hatıralarına da tasarruf ederler. Bu ta¬sarruf ehlinin izni olmadan kimsenin hayatına bir şey gelmez. Bu yetmiş perdenin üstünde olan Rık'a alemi arşın üstündedir. Buralara tasarruf edebi¬lenlerin başka âlemlere tasarrufu hakkında ne diyebilirsin, evla bittarik ederler.”
“s. 22 Bir gün de Şeyh Hazretlerini ziyaret ettim de bana:
- Sen Pazar gecesi ne yaptın? dedi.
- Ne iş yapacağım efendim, dedim. Bunun üzerine,
- Yok! Sen karın ile görüşüyordun. Çocuğun da uyumadı. Onu kaldırıp, minderin üzerine oturttun. Lambayı da sandığın üzerine koydun. Benim seninle beraber hazır olduğumu bilmiyor musun?, dedi.
“İşte şeyhim ben bunları anlayamıyorum, izah eder misiniz?”, dedim. Biraz düşündükten sonra “Sen bunları anlamazsın”, dedi. “Ben de anlasam niçin so¬rayım”, dedim. “Başta bunları anlatacağına söz verdin. Şimdi de anlamazsın diyorsun”. “Evet, evet sen anlamazsın”. Birkaç defa tekrar ettiğim halde hep öyle söylüyordu. Artık sabrım taştı. “Şeyhim bu hususta anlaşmaya gidelim. Sen bunlara bir kelimeyle şirk diyor musun?”, dedim. “Hayır, bunlar şirk değildir”, dedi. Bunun üzerine “Sen, tam müşrik oğlu müşriksin”, dedim.
Bütün müritler, yıldırım hızıyla yerlerinden fırlayıp üzerime doğru gelmeye başladılar. Allah'a hamd olsun ki, ilim yayma cemiyetinden gelen 10 kadar olan o genç müritler etrafımı sararak şehadet getirmeye başladılar. “Hocam! Allah senden razı olsun. İkinizi karşılıklı olarak dinledikten sonra şeytanın velisine hizmet ettiğimizi anlamış olduk”. Beni aralarına alarak “Eğer Erol Hocaya biriniz elinizi dokundurursanız, onu¬muzda burada ölmeden size vermeyiz” dediler. Beni kucaklayıp dışarı çıkardılar.
“Hocam teşekkür ederiz. Bir tağuttan Allah'ın izniyle kurtulmuş olduk. Laleli'de ikinci bir tağut var. Birlikte oraya gidebilir miyiz?”, dediler. “Evet”, dedim. “Benim vazifem bu. Bu tağutlarla mücadele etmek. Bu kimdir?”, dedim. “Abdulkadir Duru Özden tarikaının şeyhidir” dediler.
Gençlerle yatsı namazını Beyazıd Camiinde kıldıktan sonra Ozdencilerin Laleli'deki lokaline gittik. Çok büyük bir salon. Karşıda bir sahne mevcut. 3 kişi sahnede sazla beraber Şeyhleri olan Abdulkadir Duru üzerine ilahiler söylüyorlar. Aşağıda sandalyede müritler oturmuş dinliyorlar. Biz de oturduk. Biraz sonra saz çifte telliye başladı. Herkes yerinden kalkıp oynamaya başladı. Yerlerine tekrar oturduklarında ben sormak mecburiyetinde kaldım. “İlahiye bir şey demiyorum da, bu çifte telli ne oluyor?” İçlerinden bir hacı bu, “bizim için kamufledir. Tarikatımızı gizlemek istiyoruz”, dediler. “Haydi öyle olsun, biz şeyhiniz Abdulkadir Duru ile görüşmek istiyoruz”, dedik. “Bizim dini sohbetimiz, Cuma akşamı yapılır. O gün şeyhimiz, halifesiyle gelir. Siz, o gün ge¬lin, sizlere özel yer ayırırız, görüşürsünüz, dediler”.
Biz, Cuma akşamını sabırsızlıkla bekledik. Yatsıdan sonra gittik. Gerçekten bize özel yer ayırmışlardı. Abdulkadir Duru'ya dini sorular soruldukça, o da halifesiyle birlikte cevaplandırıyor. Bir ara birisinin sorusuna karşılık şöyle cevap verdi: “Oğlum, ben zahir alim değilim. Ben batın alimiyim. Zahirden anlamam. Sen bu sorunun cevabını benim sohbetler kitabından okuyabilirsin”, dedi. Ben, fırsatı yakaladım. “Şeyhim” dedim. “Sen batından anlıyorsan ben de zahirden anlarım. Bir âyet alalım. Sen onun batın mana¬sını söyle, ben de zahir manasım söyleyeyim. Şu insanlar zahir ile batının ne olduğunu anlasınlar”, dedim. “Ben âyet bilmiyorum”, dedi. “Ben bir âyet okuyayım, sen anlamını ver”, dedim. “Ben, anlam da bilmem de”, dedi. “Sen âyet ve anlam bilmediğine göre dini sorulara nasıl muhatap oluyorsun?”, dedim. “Sen, Allah'ın velisine inanmaz mısın?”, dedi. “Evet, ben Allah'ın velilerine inanırım”, dedim. “Öyleyse şimdiye kadar bir veliye intisap etmedin mi?”, dedi. “Arıyorum”, dedim. “Yazıklar olsun sana, bu kadar yaşa kadar günlerini boşa geçirmişsin. Şu anda içinizde bir veli var, hiç biriniz farkında değilsiniz”, dedim. “Kimdir o?”dedi. “İşte ben, Allah'ın velisiyim”, dedim. “İşte bu çok güzel”, dedi. “Şimdi arkadaşı per¬çeminden yakaladık.”
“Söz hakkı bize geçti. Sen veli isen benimle zehir içebilir misin?”, dedi. “Ben de ve¬liyim de Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal kılamam, bu küfür olur. Allah, kulunu im¬tihan eder de, kul Allah'ı imtihan edemez. Ya rabbi, ben bu zehiri içiyorum, beni koru, diye bir sual soramam. Bu sui edeptir. Ahlaksızlıktır”. Hemen bizden bir genci çağırdım. “Şu parayı al, eczaneden dedete getir”, dedim. “Dedete getirdikten sonra suya karıştırıp gözümüzün önünde içtikten sonra çırpına çırpına nasıl öleceksin”, dedim. Bizim genç parayı alıp giderken bütün müritler ayağa kalkarak çocuğu gitmekten men edip, parayı bana iade ettiler. Hepsi bir ağızdan, “Allah'ı bize göster”, diye bağırıyorlardı. “Yerlerinize oturun, Allah'ın varlığını sabaha kadar anlatayım”, dedim. “Allah kendi kitabında kendini bize tanıtıyor. Sabaha kadar türkçe anlamından okuyabilirsiniz” dedim. “Hayır olmaz, bize özünden göstermelisin”, dediler. Başka çare bulamadım. “Evet, anladım. Oturun ilahınızı özünden göstereceğim. Dikkat! İşte sizin ilahınız Abdulkadir Duru'dur”, dedim. “Hep birden nasıl anladın”, dediler. “Ben, sizin sohbetler kitabınızı okudum”, dedim. “Bakınız şeyhiniz olan Abdulkadir Duru'nun sohbetler kitabı[69] (s 21). Şimdi gelelim, Allah'la insanın bir olduğu¬nu idrak etmek nasıl olacak, diyerek ispat etmeye çalışıyor.
S.37 İnsan-ı Kâmil, Allah'ın yetkisine mazhar olan insan: İnsan-ı Kâmil... Bir annenin, bak bir baba, çocuğun halk edilmesini teşekkül ettiremiyor da, bir anne teşekkül ettirebiliyor. Demek ki, Allah'ın halk etmesi anada olduğu gibi, insanın yaratılması da insan-ı kâmilden tecelli ediyor. Allah, o insanı kâmil ile bizi yaratacak.
Böyle Allah'ın ruhandırma mazhariyetine düşmüş olan hakiki insan-ı kamil, dıştan hiçbir şeye benzetilmez.
s. 45 Tasarruf:
Tasarruf vardır. Tasarruf demek, kendine mahsus olan eşyayı, parayı, her nesi olursa olsun, kullanır, değil mi? ...
Ona göre kullanır.
İnsan-ı kâmil, kendisinden ruhlanan insanlara iflah olmaları için hakikaten insan-ı kâmil olmaları için tasarrufunu kullanır.
Bak, tebligatı vardır. Allah'ın emirlerini değil, Allah'ı tebliğ eder. Çünkü Allah'ın emirlerini âlimler tebliğ ediyor. Allah şen etsin ocaklarını.
Peki, Allah'ı tebliğ eden lazım. Allah'ı Allahlaşmış olan tebliğ eder.
s. 46 Bu tasarruf, her birinde başka türlü tecelli ettiği gibi, bugün elimize geçecek insan-ı kâmil de başka türlü yapar. Muhakkak... falanca tasarrufunu şöyle kullanmış, bu böyle kullanmadı... Hayır, bu daha başka türlü... Çünkü Allah, bundan da başka türlü tecelli ediyor. Bir tanesi zinaya gittiği zaman karıyla erkeğin arasına kolunu sokar. Öbürü de gırtlağına basar. İçinden ulan!... boğuluyorum, öldüm ha! Dur hele, evvela can lazım, karıdan evvel can lazım, der kaçar ondan.
s. 48. Allah, iyi olmak niyetinde, has kul olmak niyetinde olan insanlara ikram olarak, o insan-ı kâmil'in ağzından kelam eder.
Bir kere böyle bir insan bir beşer değildir. Dış kısım beşerdir. Fakat onun vücudu beşer (insan) değil, yok olmuştur o... Allah ondan yapacağını yapar, diyeceğini de der. Size göre insan-ı kamil Abdul Kadir Duru’dur.

GÜNÜMÜZDE KUTUP İNANCINA ÖRNEKLER

1. Örnek
ALTINOLUK DERGİSİ, ARALIK 1995, SAYI 118, SAYFA 32-33
Tasavvuf Meseleleri – Doç. Dr. H.Kamil YILMAZ
Ricalü’l-Gayb – Gayb Erenleri
….
Allah dünyanın cismani düzenini sağlamak için bazı insanların bir takım görevler üstlenmesini murad ettiği gibi, alemdeki manevi ve ruhani düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için de sevdiği bazı kullarını görevlendirmiştir. Bunlar büyük peygamberlerin yerine, onlardan bedel kişilerdir. Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimseler olarak değerlendirmiştir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ettiklerine inanılır.
Kerkes tarafından kolayca tanınmayan ve gizli olan bir takım sırlara vakıf olan ”ricalü’l-gayb” ın kendi içinde hiyerarşik bir düzen söz konusudur. Bu düzenle ilgili verilen bilgilere, genellikle, ibn Arabi öncesi kaynaklardakilerle ibn Arabi sonrakiler arasında birtakım farklar müşahede edilmektedir. Ebu Kettani’ye izefe edilen bir tasnifte ricalü’l-gayb aşağıdan yukaru doğru nukaba, nüceba, abdal, ahyar, umed ve gavs şeklinde sıralanmıştır.
İbn Arabi ise ricalü’l-gayb’ı nüceba, nukaba, abdal, evtad, imameyn ve kutub şeklinde tasnif etmiştir.
Velilerin üstün vasıflı olanlarına “evtad” (direkler) denir. Onların üstünde ”revasi” (dağlar) vardır. Bir felaket zamanında kulların mercii evtad, evtadın mercii de revasi’dir. Revasi seçkin velilerdir. Revasi’yi kutub idare eder.
Bir başka tasnife göre kutubdan sonra gelen iki kişiye de imaman denir. Bunlardan birine “imam-ı yemin” diğerine “imam-ı yesar” adı verilir. İmam-ı yemin kutbun hükümlerine, imamı yesar da hakikatına mahzardır. Kutbun yerini imam-ı yesar alır. Kutup ile iki imam üçleri oluşturur.
…..
Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Abdal, maddelerini mana, nefislerini ruh, mevhum varlıklarını gerçek varlığa verdiklerinden bu adı alırlar.
Kutub: Lüğatta değirmen taşının iği demektir. Tasavvuf ıstılahında en büyük velidir. Bütün ricalin başı, Allah’ın izni ile kainatta tasarruf sahibidir.
Gavs: Darda kalındığında iltica ve istimdat edilen kutub demektir. Darda kalan sufiler,”Yetiş yaa Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs istimdat edene yardım elini uzatır. Abdu’l Kadir Geylani gavs-ı azam lakabı ile ünlüdür.
Ancak bütün bu sığınma ve istimdatlar, zahirde gavsa ise de hakikatte Allah’a dır. Çünkü sufilere göre alemde yegane mutasarrıf Allah Tealadır. O’ndan başka fail-i mutlak yoktur. Gavs olarak bilinenler esma ve sıfat-ı ilahi mahzarıdırlar.
Bunlardan başka sayıları bir rivayette 8 diğer bir rivatte 40 olan “nüceba” ile sayıları 10 ya da 300 olan “nükeba” denilen ve insanların iç dünyalarından haberdar olan yüce şahsiyetler vardır. Genel olarak ricalü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine tedricen kendisinden sonraki yükseltilir.
Abdal ve ricalü’l-gayb ile ilgili rivayetlerde bunların sayıları ve özellikle Şam, Irak, Mısır ve Suriye gibi bölgelerde bulunduklarına dair rivayetler ilgi çekicidir.

2. Örnek
ALTINOLUK DERGİSİ, TEMMUZ 1996, SAYI 125, SAYFA 31-32
Tasavvuf Meseleleri – Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ
İnsan-ı Kamil
“İnsan-ı Kamil” kavramının tasavvufta lüğat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır. İnsanın Allah’ın yeryüzünde halifesi olması itibarı ile O’nun bütün isim ve sıfatlarına mahzar olan hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye İnsan-ı Kamil denir.
“İnsan-ı Kamil” kavramı ilk devir süfilerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı mansur (ö.309/921): “Allah Ademi kendi suretinde yarattı.”[70] Uydurma hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabi (ö.638/1240)’nin “İnsan-ı Kamil” düşüncesine zemin hazırlamıştır.
…..İnsan-ı Kamil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı Kamil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı Kamil Hz. Muhammeddir. Ancak O’nun tarihi şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani hakikat-ı Muhammediyye’dir. İnsan-ı Kamil varlığın ve hilkatın gayesidir. Zira ilahi irade ancak O’nun vasıtası ile tahakkuk edebilir. Eğer İnsan-ı Kamil olmasa Allah bilinemezdi.
….Kamil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh hadi, mehdi, arif, imam, halife ve sahib-i zaman. İnsan-ı Kamil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayatı içeren Hızır gibidir. İnsan-ı Kamil alemde daima vardır. Birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı Kamil için mülkte, melekutta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.

3. Örnek
İMAM-I RABBANİ ve İSLAM TASAVVUFU, İlaveli 3. Baskı,
Nesil Yayınları. Bayrak Matbaacılık 1992
Arapçadan Tercüme Eden Prof. Dr. HAYREDDİN KARAMAN
(C.1, 260.Mektub)
Ey oğul! Ben, “el-Mebde ve’l –Me’ad” isimli kitabcığımın, fayda alış-verişi (ifade ve istifade) bahsinde, kutbu’l-İrşad ile ilgili bilgiler vermiştim. Aynı konunun burası ile de alakası bulunduğu ve faydalı olacağı için bu mektupta da aynı şeyleri kaydettim. Buradan da anlaşılmalıdır ki, ferdiyet kemalatını da haiz olan kutbu’l-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra böyle bir cevher ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşd, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasib olmaz. Nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin –yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, ve bu yoldan yöneliş ve samimiyeti (ihlası) nisbetinde nasib alır ve doyar. İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de –tıpkı o kutuba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan ancak rüşd ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşd ve hidayetin nuru onlara ulaşır. Bu bilgi mektubun da sonu olsun.[71]
Bilindiği gibi bu tip inançların İslamiyetle hiçbir ilgisi yoktur.

MALATYA’DAKİ ÇALIŞMALARIM

Bir ramazan ayında teravihten sonra 27 camide şu konuşmaları yaptım. “Dünyada hükmeden zalimlerin zulümlerinden kurtulmanın tek çaresi, her şahsın Allah'ın kitabını anlayarak okumasına ve yaşamasına bağlıdır. Artık O’nu asılı olduğu duvardan indirip, yaşantımızı O’na göre tanzim etmeliyiz. Türkiyeli her müslüman hane her gün yatmadan bir saat önce çoluk çocuğu ile Fatiha'dan başlayıp, Nas suresine kadar her gün 10 âyet okuyarak yatmalıdır. Ailede her fert ne anladığını söylemelidir. Hep birlikte yanlış anlamalar düzeltilmelidir. Size şöyle bir misal verebilirim: Her haneye Amerika Cumhurbaşkanın¬dan bir mektup gelse, postacı bu mektupları gece yarısı evlere dağıtsa, bütün ailenin uykusu kaçar. “Baba, şu saatte git bize bir tercüman getir. Başkanın ne dediğini öğren¬miş olalım. Belki bize bir hediye göndermiştir”, der ev halkı. Hıristiyan bir başkandan gelen bir mektubu öğrenmek için tercüman ararken, Rabbinden 114 mektup geldiği hal¬de Rabbim bizden ne istiyor diye hiç merak ettin mi acaba? Rabbinin dünya ve ahirette verdiği nimetlerini hiç düşündün mü? Yazıklar olsun kitabını okumadan müslümanım diyenlere. Şu asrımız içinde dünya milletlerinde maddi ve manevi buhranın sebebi, Kur'an'dan uzak yaşamanın neticesidir. Her ülkede aile düzeni bozulmuş, anne, baba ve evlatları birbirine düşman hale getirilmiştir. Medeni olduklarını sanan insanlar birbirlerini sö¬müren ve öldüren canavar durumuna girmiştir. Birinci ve ikinci cihan savaşında mil¬yonlarca insan öldürülmüştür. Amerika'daki kapitalist yönetim yerlileri öldürürken, Rusya'daki komünist yönetim milyonlarca insanı öldürmüştür. Amerika beyaz insanları, derileri siyah olan insanları insan olarak saymamış, senelerce bir lokma ekmeğe köle olarak çalıştırmıştır. Onlara hayvan muamelesi yapmıştır. Meseleyi birazcık anlamış olanları gördükleri yerde öldürmüşlerdir. Müslümanım dediği halde Kur'an-ı Kerim'e göre yaşam tarzını oluşturmayan bir mille¬tin felaket bilançosu bundan başka olamaz. Ey insan şu fen asrında aklını çalıştır. Va¬kit geçirmeden Kur'an'a dön. Dünya ve ahiret saadetine kavuş. İslâm'a (sulh ve selamete) gir, kurtul.” Bu çalışmalarım 1978'e kadar devam etti.

Malatya'dan Ayrılış

1979'da ailece Malatya'dan İzmir'e göç etmek için karar verdik. O sene evi İzmir'e gönderdim. Ben bir öğretim yılı Malatya'da kaldım. 1980 yılında naklimi İzmir'e aldırdım. Buca'da Süleyman Bilgen İlkokulu’na tayin edildim. İki sene daha görev yaptıktan sonra 1982'de emekliye ayrıldım.
Bir ev kiralayarak Kur'an-ı Kerim'e çağrı hizmetimi devam ettirdim. Bir taraftan da tasavvuf ve tarikatları araştırmayı hızlandırdım. 1982'den 1989'a kadar 400-500 kişiye faydalı olmaya çalıştım. Kur'an-ı Kerim'i nüzul sırasına göre okumalarını tavsiye ettim. Her suredeki emirleri, yasakları, tavsiyeleri, bilinmesi gerekenleri yazmalarını söyledim. İkinci sene tekrar bu şekilde çalışmalarını söyledim. Bu çalışmalarım yazılı olarak yaptılar. Bu şekilde çalışmalarının amacı, emirleri kesinlikle yapmak ve yasaklarından kaçınmaktır. Tavsiyeleri yerine getirip, bilinmesi gerekenleri öğrenmektir.
Üçüncü sene, kütübü sitte denilen altı hadis kitaplarını okuyarak sureler içerisinde ayetleri izah eden hadislerin toplanmasını tavsiye ettim.
Dördüncü sene, müçtehid imamlarının hangi âyet ve hadislere göre içtihad ettiklerini yazıp getirmelerini söyledim.
Beşinci sene, bir İslâm Tarihi özetleyip getirmelerini tavsiye ettim.
Altıncı sene, çağdaş ilimleri okumalarını tavsiye ettim. Bundan sonra her insanın ilim, bilim ve bir meslek sahibi olmasının faydalarını anlattım. İlim derken, Kur'an-ı Kerim, İncil, Tevrat, Zebur'u kabul etmiş oluyorum. Bilim derken Fizik, Kimya, Biyo¬loji, Jeoloji, tıp vb. bilimleri söylemiş oluyorum. Son kitap olan Kur'an-ı Kerim, bize lazım olan özetlerini vermektedir. Bilimle ilim asla çatışmaz. Bu iki ilmin tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'dir. İlim, bilim ve meslek sahibi olan her şahıs, bir iş başaran, çalışkan, örnek ve güvenilir insan olma vasfını kazanmalıdır. Dünya ve ahiretini mamur etmelidir.
“Ey dünyanın her ülkesinde yaşayan Allah'ın kulları ve bu insanları yöneten devletler, hükümetler, adaleti sağlayan savcılar, hakimler, emniyeti temin eden polisler, ülkelerin sınırlarını iç ve dış düşmanlardan koruyarak insanların huzurlarını sağlayan askerler ve bunların hepsini yetiştiren öğretmenler, sizlere sesleniyorum. Yaşam tarzınızı Allah'ın hepimiz için gönderdiği en son kitabı olan Kur'an-ı Hakim'e göre tanzim etmezseniz, hiçbir zaman dünya ve ahirette huzur bulamayacaksınız”.
1989. Kütüphanemi İstanbul'a taşıdım. Fındıkzade'de Karagül İş Hanında bir büro kiraladım. Tarikatlarla Çalışmalarımı o handa yaptım. Yanıma bir çok üniversiteli kız ve erkek öğrenciler geldi. Çokları girdikleri tarikatlardan tövbe etti. Ayrıca Alak, Kalem, Müzzemmil surelerini bastırarak 50 bin adet dağıttık.
1992'de kütüphanemi Ankara'ya taşıdım. Dışkapı'da bir bina kiralayarak tasavvuf ve tarikat araştırmalarıma o binada devam ettim. Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili çalışmalarımı kitaplar haline getirmek için müsveddelerin kısm-ı azimesini Ankara’da hazırladım. Müsveddeler bir çelik dolabı dolduracak kadar oldu. Cenab-ı hak (inşallah) onların basılmasını nasib eder. Bu arada orada birçok genç ile tanıştım. Onlara Kur’an’ın açıklamasını okumalarını tavsiye ettim.
GÜNÜMÜZÜN EN BÜYÜK EBU CEHİLİ
İSKENDER EVRENOSOĞLU İLE KARŞILIKLI KONUŞMA

1997 yılında İzmir Balçova Teleferik Otelinde bir araya geldik. Bizden birkaç konuşmacı vardı. Kendisi toplantıya yalnız olarak katılmıştı. Salonun yarısını kadın müritleri doldurmuştu. Yansını da batıl Nakşi tarikatına karşı olan müslümanlar doldurmuşlardı. Konu, “Mürşide inanmak farz mıdır?” Kendi anlayışını "Mutluluk-Tasavvuf-İslâm"[72] adlı eserinde aynen olduğu gibi anlattı.
s. 78. İrşad olabilmek kesinlikle Rabbimizin bizim için tayin ettiği mürşidle olabilir. Mürşidsiz Allah'a teslim olabilmek mümkün değildir. Beyazıd-ı Bestami Hz.lerinin buyurduğu gibi; “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözü gereğince irşadsız ancak şeytana teslim olunur. Çünkü mürşidi Allah tayin eder, irşad kademesinin her seviyesinde mürşidler vardır. İrşadın başlangıç noktasında vazifeli mürşidler, mutla¬ka Allah'ın veli (dost) edindiği kişilerden biridir. Daha aşağıda irşatla vazifeli kılınan mürşid yoktur. Allah'ın veli edindiği kişinin ise mutlaka ruhen Allah'a teslim olması gerekir. Yetmez velinin Allah'da baki olması (indi ilahide bir taht ihsan edilmesi ile beka makamına gelmesi) gerekir.
s. 162 Mürşid Nasıl Bulunur
Görevli kıldığı kişileri biz nasıl buluruz? Görevli kıldığı kişileri Allahü Teâlâ tayin ettiğine göre mutlaka o bilecektir.
s. 200 Kim teslim olmak isterse mürşidi arar. Görülüyor ki, Allah'a teslim olmak ve vasıl olmak mürşide teslim olmakla başlar. Bu teslim yapılırsa o kişi için cennet söz konusu olur.
s. 268 Mürşid Tayini
Mürşidler, ister Resul makamında olsun, ister halife olsun, isterse seviye mürşidlerinden olsun Allah'ın emriyle o göreve tayin edilir. Resul, halife ve ihlas sahibi mürşidin irşad görevini yerine getirebilmesi Rabbimizin emriyledir. İkinci seviye mürşidi, bağlı olduğu resul halife veya salah sahibi mürşid, o göreve vekaleten tayin edilir.
s. 290 Mürşidin vazifelerinden ikincisi, nefsimizi tezkiye etmektir. O halde tezkiye olmamız için mürşid farzdır. Mürşidsiz kimse kendini tezkiye edemez (temizleyemez).
s. 411 Tasavvuf Farzdır
İrşad yani 3 cesedimizin de Allah'a teslimi farz kılındığına göre ve zaten bu emanetlerin teslimi ayrıca emrolunduğuna göre, 3 cesedin Allah'a teslimi farzdır. 3 cesedin de Allah'a teslimi ise tasavvuf olduğuna göre tasavvuf farzdır.
s. 412 Mutluluk Eşittir Tasavvuf O da Eşittir İslâm
Bu ülkenin, bütün dünya insanlarının özledikleri saadete kavuşmalarında, dominant rolü üstlenmesi, ancak tasavvuf ile mümkün olacaktır.
Risalet Nurları[73]
Aşağıda, içindekilerden aynen iktibaslar yaptığımız bu kitap, iktibaslardan da öğreneceğiniz gibi kendisinin Allah tarafından “Mehdi” olarak görevlendirildiğini iddia eden İskendender El-Ekber'e aittir.
Kitap latin harfleriyle ve el yazısı ile çoğaltılmıştır. Kitabın kapağında (İskender El-Ekber'e aittir) ifadesi bulunmaktadır. Kitap, isim olarak Risalet Nurları adını taşımaktadır.
Daha alt kısmında ise, Itla-ıt Türk, bunun altında ise, “İskender kulumuza katımızdan indirilmiştir” ibaresi bulunmaktadır. En alt kısmında ise “Biiznillahi Teâlâ in¬dirmiştir” kısa cümlesi yazılıdır.
Orta boy 68 sahife olan kitap, başlangıcından itibaren 21 sureye(!) ayrılmış ve bunlar isimlendirilmiştir. Kitapta ayet numaraları bulunmaktadır. (Surelerin listesi kitabın sonundadır).
Şimdi sizleri, biraz da sabırlarınızı zorlayarak kendisine ait (içinde belirttiği gibi) 1972 yılından başlayarak 1982 yılına kadar, yani on yıl içinde “Kur'an-ı Kerim'den sonra dünyaya indirmekte olduğumuz ilk kitaptır.” (S.1) dediği, kendisine Cibril-i Emin'in aziz ruhu tarafından doğrudan doğruya kalbine indirildiğini...” (S.1) söylediği bu kitap¬tan yaptığımız iktibaslarla başbaşa bırakıyoruz. Serinkanlı bir şekilde fakat mutlaka Kur'an-ı Kerinı'in ışığında okumanızı ve değerlendirmenizi diliyorum.[74]
Sizlere yukarıda uzunca alıntılar yaptığımız, kendisini Mehdi zanneden son Ayeti!nin 1982 yılının haziran ayının altısında da nazil olduğunu buyuran zatın kitabında¬ki (sure!) isimlerini sırası ile vermek istiyorum.

Sure Adı Kaç sayfa olduğu Bulunduğu sayfa Numarası
1. İnzal l l
2. Anlaşmazlık 8 2-3-4-5-6-7-8-9
3. Müjde l 10
4. Mehdi l 11
5. Sürür 2 12-13
6. Tilavet l 14
7. AllahüTeâlâ 4 15-16-17-18
8. Namaz l 19
9. İnsan 3 20-21-22
10. Zaman 6 23-24-25-26-27-28
11. Kuddusi sır 2 29-30
12. Cebrail 3 31-32-33
13. Marifet 6 34-35-36-37-38-39
14. İnsan 4 40-41-42-43
15. Tayyi Mekan 3 44-45-46
16. Ramazan 2 49-50-51-52-53-54
17. Vazife 6 55-56-57-58
18. Rıza 4 59-60-61-62-63
19. Esmaül Hüsna 5 59-60-61-62-63
20. İmamet 2 64-65
21. Kadir-i Mutlak 3 66-67-38

Toplantı üç buçuk saat sürdü. Karşılıklı konuşmalar sona erince son sözü ben aldım. Kendisine ve müridlerine şöyle söyledim: “İnsan yanılabilir, şaşırabilir. Hatta müslüman iken, müşrik ve kafir olabilir. Ama tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır. Bir daha sapıklığa dönmemek şartıyla tevbe edersen, ahirette Allah, melekleri, bu konuştuğun yer şahitlik yaptıkları gibi, biz müminler de şahitlik yapacağız”.
Bu sözüm üzerine ayağa kalkarak müridlerine hitaben “kimin çantasında Kur'an varsa bana getirsin”, dedi. Bütün kadınlar benim aleyhimde bağırmaya başladılar. Bir kadın sanki beni dövecek şekilde yerinden fırlayarak Kur'an-ı Kerim'i şeyhinin önüne koydu. Bana ve cemaate hitaben: “Ben şimdi Kur'an'a el basarak yemin edeceğim” dedi. Yemini şöyle idi: “Allah, beni bu asra Mehdi ve Resul olarak gönderdi. Levh-i Mahfüz'da kayıtlı olan 21 sure Hz. Peygambere bildirilmedi. Bu asırda bana inzal oldu.” Bana, “Sen de yemin eder misin?”, dedi. “Yemin ederim, ama Kur'an'a el basmam”, dedim. El açarak ben de şöyle yemin ettim: “Ya rabbi sen şahit ol ki, bu tam şeytanın kendisidir. Yani şeytanın velisidir (dostudur).”
“Türkiye'de yalnız benim aleyhimde bulunduğun halde Said Nursi'yi neden ele almıyorsun. Bak, o da ‘Bu Risale-i Nurlar Allah tarafından bana yazdırıldı’ diyor. Onu niçin tenkit etmiyorsun?” dedi.
“Şimdi karşımda sen varsın.”, dedim. Gülümseyerek beni yemeğe davet etti. “Teessüf ederim, sen çok utanmaz bir adamsın. Ben sana şeytan diyorum. Sen beni yemeğe davet ediyorsun. Şeytanlaşmış bir adamın yemeği yenmez”, de¬dim. Kendileri müritleriyle otelin yemekhanesine gittiler.

1931-2001
Mehmet Erol
(Emekli Öğretmen)
Telefon: 0212 657 85 85
Adres: Cumhuriyet cad. Kuyu sokak no: 1/1
Güneşli/İSTANBUL





________________________________________
[1] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi. Gelişim Yayınları, 12. cilt, (1986) İstanbul, s. 7073.
[2] Mekasıdut-Talibiyn: Mehmet Raif Ef. Osmanlı yayın evi.
Yazan: Mehmet Arif, Takriz: Mehmet Emre, Osmanlı’dan sadeleştiren: Abdulkadir Dedeoğlu,
Neşreden: Osmanlı yayınevi, 1973-1979
[3] Şeyhini rabıta edenler
[4] Tarikat yolunu takip edenin ölçüsü
[5] içine alan
[6] şeyhini hayalinde canlandırmak
[7] Allah lafzı
[8] sataştığı vakit
[9] melekler
[10] teselli
[11] Risale-i Nur külliyatından Tılsımlar Mecmuası, Müellif Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat 1988, İst, Tılsım Mecmuasının Zeyli Maidetü'l-Kur'an s. 168-194.
[12] Risale-i Nur külliyatından Asa-yı Musa Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Haziran 1994, s. 82-83.


[13] Risale-i Nur külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybi Müellifi, Bediüzzaman Said Nursi Tenvir Neş. 1990 İst. s. 293-294.
[14] Risale-i Nur külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybi müellifi Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir Neş. 1990, İst. Birinci Şua, s. 78.
[15] Risale-i Nur külliyatından Zülfikar Mecmuası Müellifi Said Nursi, Tenvir Neş. 1988. İst. s. 432-433. Not: a)- Tenvir Neşriyat, hıyanet ederek aslını değiştirmiştir. "Çünkü sendeki mukayese ve muhakemele¬rin vaka ve temsillerin bir naziri bir daha gösterilemez" cümlesini eserden çıkarmıştır, b)- "Arş-ı azamdan indiği muhakkaktır" cümlesini şu şekle sokmuştur: Arş-ı azamdan inen Kur'an-ı Hakim'in delil, hüccet ve burhanları olduğu muhakkaktır, c)- Aslı Arap harfleri ile yazılı Zülfikar Mecmuasında vardır, d)- Risale-Nur hakkında Ankara Üniversitesinde verilen konferans, Ayyıldız Mat. Ank. 1957 s. 37-38-39.

[16]- Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İst. 1991, s. 34. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı, Bediuzzaman Said Nursî’nin kontrol ettiği ve düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)
[17]- Bediuzzaman Said Nursî, Haşiye, Tarihçe-i Hayat, s. 33.
[18]- Muhammed Rıza'l-Muzaffer, Akâid'ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.
[19]- Şia İnançları, s. 52.
[20]- Bu özgeçmiş, İstanbul Müftülüğü Arşivi’nde, Osmanlı Ulemasına ait sicil dosyaları arasında iken daha sonra dosyanın içi bilinmeyen kişiler tarafından boşaltılmıştır. Sadık ALBAYRAK bunları evvelce yazıp neşrettiği için sadece onun kitabında bulunmaktadır. Bkz. Sadık ALBAYRAK, Son Devir Osmanlı Uleması, İst. 1996, c. IV, s. 271.
[21]- Tarihçe-i Hayatı s. 44.
[22]- Tarihçe-i Hayatı, s. 45.
[23]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, c. II, s. 1609, İstanbul 1995, Burada ifadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...
Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek
ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükrediyorum(Haşiye) Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım.
[24]- Tarihçe-i hayat 45
[25]- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:
Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!
cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...”
[26]- Şualar, s. 709. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resail-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.
[27]- Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.
[28]- Barla Lâhikası s.26. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin'in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.”
[29]- Said Nursî, Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1992 s. 231.
[30]- Bakara 2/256 ve Al-i İmrân 3/103’e bkz.
[31]- Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”
[32]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), Sözler Yayınevi, İstanbul 1992 s. 84.
[33]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 83-84.
[34]- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 84, 1 numaralı dipnot ve s. 261. Yukarıdaki yazı şu cümlenin tercümesidir. وبالآية الكبرى أمني من الفجت Arapça’da fecet diye bir kelime olmadığı için füc’e kabul edilerek anlam verilmiştir.
[35]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime: ¬لا إله إلا اللهdır. Bundaki hüccet ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada وبالآية الكبرى أمني من الفجت” Ayetül Kübrâ hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…”
[36]- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526.
[37]- Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İst. 1993 101. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.
[38]-Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, c. II, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, (Onsekizinci Lem’a) İstanbul 1995, s. 2079, Metnin aslı şöyledir: “Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:
"Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."
[39]- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.
[40]- Karşılığında Ahiret i verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “... Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)
[41] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119.
[42]- İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.
[43] - Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120.
[44] Füyuzat-ı Rabbaniye (İlimlerden Feyizler) Gavs-ı A'zam Şeyh Abdülkadir Geylani Beyda Yayınevi, Çev: Celal Yıldırım (Afyon Müftüsü) 1995 İst. s. 9/18
[45] Mesnevi: Mevlânâ Celaleddin-i Rumî Dünya Edebiyatından Tercümeler Şark İslâm Klasikleri I, Maarif Vekalet Yayınlan İst. 1956. Maarif Basımevi , ikinci Baskı, I. cilt (İlk sayfalarındaki Dibace), İktibas Dergisi cilt: 5 sayı: 106 s. 23, aynca Mesnevi'nin Müterciminin Celaleddin Rumi evladından ve Mevlevi¬liği ile Maruf Veled İzbudak olduğunu da bilmeyenlere hatırlatalım ve tercümeyi bilhassa dikkatle yan¬lışlarından koruyacak şekilde titizlik gösteren birisi olduğunu da belirtelim burada.
[46] Muhyiddin-i Arabî Fusûs ül-Hikem, Beşinci Baskı, İstanbul Kitabevi Yayınları, 1981, İst, s. 1-2.
[47] Bu kısım, arap harfleriyle yazılı lem'alarda mevcuttur.

[48] Avni İlhan, Mehdilik Akyay Kaynak Yayınları, 1976 s. 50.
El-İmam Ebu Mansur Abdulkadir b. Tahir b. Muhammed El-Bağdadi. Doç. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı. Kalem Yayınları 1979, s. 230.
[49] Şia'ya göre: Dünyanın sonuna kadar her şeyi kavrayan batini ve dini bilgi mecmuasıdır ki, Hz. Ali'den ahfadına (torunlarına, oğullarına) intikal etmiştir. Sütten kesilmiş bir oğlak veya kuzu derisi üzerine ya¬zılmış bir kitap olup, Hz. Peygamber ailesinden olanlar diğer kimselerin bilmediklerini işte buradan öğre¬nirler.
Bunun içinde gerek Zebur, Tevrat ve incil ile Resullerin ve varislerin ilimleri vardır. Geçmiş beni İsrail alimlerinin ilimleri oradadır. Bütün haram ve helal olmuş ve olacak her şey orada kayıtlıdır.
[50] Bazı Şii'lere göre Hz. Ali'nin Kur'an'ı, Cebrail'in getirdiği gerçek Kur'an'dır. Bkz. Abdulkadir el-Bağdadi Usulu'd-Din, s. 19 İst 1928; İbn. Hazm el Fasl, İV/182.
[51] Hz. Fatma'nın Kur'an'ı bir başka Kur(an’dır. Mehdi'nin zuhuruna kadar ehl-i Beyt'te saklı kalacaktır. Kuleyni'nin nakline göre: Resulullah'ın vefatından sonra Hz. Fatıma yetmiş beş gün daha yaşamıştır. Bu günlerde Allah'tan hiç kimsenin bilemeyeceği derecede fazla üzülmüştür. Allahü Teâlâ onu teselli etmek için, babasından ve ilerde gelecek çocukların hallerinden bahsetmesi için Cebrail-i gönderdi. Ali de söy¬lenenleri işitiyordu. Bu suretle bu yazılanlardan elimizdeki Kur'an'ın üç misli hacimde bu mushaf meyda¬na geldi. Bunun içinde, helal ve haramla ilgili bir şey yoktur. Gelecekte olacak şeylere dair bilgi vardır. El/Kafi, 1/115.
[52] Uzunluğu 70 zira (75cm) olan bir sahifedir ki, içinde insanların muhtaç olduğu her şey vardır. Hz. Pey¬gamberin söyleyip Hz. Ali'nin yazdığı nüshalardır (Sahife). El-Kafi, 1/10 Mehdilik Avni İlhan Akyay, Kaynak Yayınlan 1976 s. 46-47
[53] Bakınız İmam Humeyni, Hz. Fatıma'mn doğum günü aynı inançları şu şekilde ifade etmektedir: "Cebrail (a.s.)'ın, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve Muhammed Hamidullah gibi peygamber¬lerden ayrı olarak, ancak Hz. Fatima'ya geldiğini, bu hususta sağlıklı senetleri bulunan rivayetlere sahip olduklarını, büyük ruh olan Cebrail'in bir kimseye gelmesi için onun büyüklüğüyle mütenasip bir ruh yüceliğine sahip olması gerektiğini; esasen masum imamlardan dahi hiç kimsenin Cebrail ile görüşmedi¬ğini, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra sadece Hz. Zehra'nın bir istisna teşkil ederek Cebrail ile görüştüğünü ve Cebrail'in ona gelecekteki bir çok olacakları ve onun neslinin başına gelecekleri bildirdiğine dair kanaat¬ler izhar etti. Keyhan Gazetesi Recep: 1406 Mart 1986. İran
[54] En’am: 7
[55] El-Fark Beynel Fark-el Bağdadi Kalem Yayınlan 1979, s. 230
Mısri Niyazi İrfan Sohbetleri çev: Süleyman Ateş. Hasanla Hüseyin'in Hz. Peygamberden sonra iki pey¬gamber olduğunu beyan etmektedir.
[56] Hz. Ali, Hazırlayan: Veli Ertan Diyanet İşleri Başkanlığı Yav. 1963. s. 56-57
[57] En yüce topluluk (el-mele'ul-a'la) melekler âlemidir. Burada melekler kendi aralarında veya Allah ile işleri görüşmektedirler. Örnek olarak, insan türünün atası olan Hz. Adem'in yaratılması hususunda ki tartışmaya bakılabilir. (Bakara 2: 30-33) Bu pasajla aynca Hz. Peygamberin bu gibi gaybi bilgilerden haberi olmadığı ve gayb konusunda kendisine ne vahyediliyorsa sadece onu bildiği hususu da vurgulan¬maktadır.

[58] Âyetin son cümlesine, "fakat (sana bu haberleri) Biz göndermekteyiz" şeklinde anlam verenler de vardır. Biz, 46.âyetin bitiş cümlesini göz önünde bulundurarak yukarıdaki anlamı tercih ettik.
[59] Burada "henüz başlarına gelmedi" diye çevrilen fe-lemma ye'tihim te'viluh ifadesine "henüz yorumu onlara gelmedi" şeklinde anlam verildiği de olmaktadır. Kur'an'ın burada işaret ettiği şeyin, müşriklere yönelik azap tehdidi olduğu düşünülecek olursa, yorumun gelmesinin ne anlama geldiği kapalı kalmakta¬dır. Tevil kelimesi yorum anlamına geldiği gibi, bir rüyanın veya bir haberin gerçekleşmesi anlamına da gelmektedir. Ayetin devamı da bizim verdiğimiz anlama uygun düşmektedir.
[60] Bu âyetten önce Hz. Nuh kıssasının anlatıldığı bir bölüm yer almaktadır. Burada da olduğu gibi, geçmiş dönem olayları Kur'an'da "gayb olayları" olarak nitelenmektedir.
[61] Araplar, cinlerin Allah'tan bilgi çalarak gayba muttali olduklarına inanıyorlardı. Cinler yapılan gereği melekler âlemine yaklaşsalar bile, Allah'ın meleklerine verdiği bilgiye erişemedikleri Kur'an'ın çok yerinde açıkça belirtilmektedir.
[62] Burada insanın şu üç hususu bilemeyeceği bildirilmektedir: l- Kıyametin ne zaman kopacağı, 2- Yarın ne olacağı, 3- Kişinin nerede öleceği. Dikkat edilirse, yağmurun ne zaman yağacağını ve rahimlerde olan çocuklarını erkek mi, kız mı olacağını insanların bilmediği söylenmemektedir. Burada söylenen, bugün bilinebilir -en azından tahmin edilebilir- olan hususları Allah'ın bildiğidir. O dönemin insanları bunları kuşkusuz bilmiyordu.
[63] Bu haber Allah'ın Hz. Peygambere bildirdiği geleceğe ilişkin bir "gayb" haberidir. Âyet, Kur'ariın müşriklere karşı kitap ehlini -bir çok noktada yanlış yolda olsalar da- ortak cephede tuttuğunu gösteriyor ve bu yenilgi karşısında, kendileri de kitap alan müslümanlan teselli etmek için, yalanda onların başka bir savaşta galip geleceğini bildiriyor.
[64] Hz. Meryem, annesi tarafından Allah yolunda mabede adanmış biri olduğu için, cinsiyeti nedeniyle o nün koruyuculuğunu kimini yapacağı nedeniyle mabeddeki görevliler arasında bir problem olmuş, görevliler sorunu çözmek için kura çekmişlerdi.
[65] Konularına göre Kur'an (Sistematik Kur'an Fihristi), Hazırlayanlar: Ömer Özsoy, İlhami Güler, Fecr Yay. Ank. 1999, s. 70-71-72-73 Rüzgarlı Cad. Rüzgarlı İşhanı 2/5 Ulu/Ank. Tel/Fak: (O 312) 3100849-3200860. Not: Her Müslüman okumalıdır.
[66] Mutasarrıf: Tasarruf hakkı ve salahiyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idare eden.

[67] Râmuz-ul Ehadis Tercümesi, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevi, pamuk yayınları. Çeviren: Naim Erdoğan (Ezher Fakültesi mezunu) Baskı:1980, İst.
[68] Eş-şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri, El-İbriz şeriat, Tarikat, Marifet-Hakikat. Demir Kitabevi, Arapça aslından çeviren: Celal Yıldırım, Temmuz, 1979, cilt 1, s.78-79
[69] Sohbet Yayınlan No: l Sohbetler Abdulkadir Duru Balkanoğlu Mat. Ltd. Şti.1969. Ank.
[70] Aslında bu söz Kitab-ı Mukaddes , TEKVİN Musa’nın Birinci Kitabı, Bab 1 Ayet 27, Sayfa 2’de geçiyor. Ser Ofset Basımevi, 1981, Kitab-ı Mukaddes şirketi 481 istiklal Cd. – İstanbul
[71] İmam-ı Rabbani ve İslam Tasavvufu – Arapça’dan tercüme eden: Hayreddin Karaman sayfa 219-220
[72] İskender Ali Mihr Mutluluk-Tasavvuf-İslâm. Basım Tarihi 1990, 1343 Sok. No: 25 İzmir.
[73] İskender Evrenosoğlu, Risalet Nurları
Bu kitabın bir nüshası da bizdedir. İktibasları (alıntıları) elimizdeki el yazması kitaptan aldık. Kur'an'a (indirilmiş kitaplara) benzetilmek ve aynı imajı verebilmek için özellikle el yazısı ile çoğaltıl¬maktadır. Adı geçen şahsın güvendiği kimseler tarafından dağıtılmaktadır.
“Bu kitap, katımızdan emir gelene kadar kendisine (İskender el-Ekber'e) ittiba edenlerden (uyanlardan) başkasına sırdır.” (S.1) Denildiğine göre, bize intikal eden nüsha da kendisine ittiba umulan birine verilmiş ve işi fark eden bu kimse de bize getirmiştir. Başından sonuna kadar Kur'an üslubuna benzetmeye çalışan kitabın yazarı, kuruntularının vahiy olduğuna kendisini inandırdığı gibi, çevresinde topladığı sosyeteye de (topluluğa) inandırmış görünüyor.
Kur'an'daki İslâm'ı öğrenmeyen, öğrendiği halde yapamayan, söylemeyen ve anlatmayanların çoğunlukta bulunduğu bir toplumda elbette ki böyleleri çoğalacak ve koparabildiklerini yoldan çıkara¬caktır.
[74] Tamamını okumanız için Ercüment Özkan'ın Tasavvuf ve İslam I. Baskı Ekim 1993, II. Baskı Mart 1996 Anlam Yay. İst., III. Baskı Pınar Yayınevi tarafından yayınlanarak piyasaya arz edilmiştir.

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen